Zanaatkarlara Hasretiz

Osmanlıdan kalan mirasların içinde en güzide ve anlamlılarından birisi de şüphesiz zanaatkârlık olmuştur. Zanaat, Arapça “sınaat” kelimesinden gelir. İnsanların maddi ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılan, öğrenim, tecrübe ve ustalık gerektiren iş, sanat demektir. Zanaat işleri genellikle el hüneri gerektirir. Bir zanaata çoğunlukla daha çocuk yaşlarda çırak olarak girilir ve çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan da ustalığa yükselmek amaçlanır. Her meslek grubu içinde kabiliyetli çocuklar çekirdekten yetiştirilir ve çocuk zamanla işin erbabı olmaya başlar. Burada gaye teoriler içinde boğulmadan; görerek, yaşayarak ve hissederek ekmeğini ele almaktır. Yani günümüz üniversitelerinden dahi daha fazlası demektir. 
 
Zanaatlar artık modern dünyanın makineleri arasında öğütülür; üretim çılgınlığı ve tüketim manyaklığına kurban olurken aslında hepimiz hâlâ Bakırcılar Çarşısında çekiç sesi duymayı veya çömlek fırınlarındaki sıcağı hissetmeyi özlüyoruz. Artık her işin bir kolayı var ancak anlayanı yok. Ritzer’in de dediği gibi artık her ihtiyacımızı "modern zaman katedrali olan alışveriş merkezleri"nde karşılamaya çalışıyoruz, ancak elimize ne geçiyor? Neredeyse hepsi birer uyduruk kanserojen deposu olan Çin malları... 
 
Oysa büyü bozulmadan önce yiyecek içecek, kap kacak veya kıyafet; kısacası kullandığımız bütün ürünler orijinal ve sağlıklıydı. Çünkü ürünleri insan vücuduna yabancı makineler değil eller üretiyordu. Zaman hızla geçti ve insanlar kıymet bilmeye başladı hâliyle. Çünkü hiçbir banknot, sağlığı ve tabii olanı satın almadıkça beş para etmiyordu. 
 
Hasret kaldığımız zanaatlardan bazıları şunlar: Dokuma, keçe yapımı, lüle taşı ya da Eskişehir taşı oymacılığı, yemeni yapımı,  dokuma, çini yapımı, cam üfleme, ebru sanatı, marküteri (ahşap kakma), kutnu (pamuk veya ipekle karışık pamuktan dokunmuş bir tür kumaş) dokuma, kukla yapımı, taş baskı, kazaziye (Trabzon'a mahsus altın veya gümüşün elle tel hâline getirilmesi sanatı), sedef kakma, ipek dokuma, gümüş işleme, iğne oyaları, örgü çorapları, çömlekçi, değirmenci, semerci... Listeyi uzatmak mümkün. İş çok ama artık anlayan yok. Ne güzel söylemişler: "İsterim ki; ipek elli dokumacı kızın gergefindeki her yeni nakış, sevdaların buluştuğu bir gül bahçesi olsun..."
 
Çoğunluğumuz zanaattan bihaber, belediyeler tarafından yer yer meslek edindirme kurslarında zanaat teşvik edilse de yetersiz. Artık unutulmaya yüz tutan zanaatlarımızın yaşatılması icap ettiğinin şuuruna bir an evvel varmalı ve öncelikle meslek yüksekokulları sayısının artırılmasını teşvik etmeliyiz. 
 
Bütün bunlar bir kenara, sosyal meslekler içinde bir usta çırak ilişkisi olması gerekiyor. Mesela; gün boyu trafik içinde insanların sağlığı ve ruh hâlleri ile muhatap olmak zorunda kalan bir dolmuş ya da otobüs şoförünün aldığı eğitim maalesef çok yetersiz. Hatta zaman zaman ehliyet imtihanından başka bir eğitim almadıklarını bile düşünebiliriz. Onu da nasıl aldıkları meçhul! Oysa Osmanlı döneminde böyle miydi? Vakti zamanında mesela; kavuncu, incirci, leblebici, pilavcı, salepçi, kozacı, üzümcü, şerbetçi, darıcı, çıracı, deveci, sucu, lehimci, ciğerci vs. gibi işlerde herkes kendi alanında başlı başına uzmanmış. Şu an ülkemizde turizm, adalet, güvenlik, tapu ve kadastro, sağlık, ormancılık ve veterinerlik gibi alanlarda yüksekokullar varken niçin toplumla iç içe olan alanlarda da olmasın ki? Bunun için öncelikle a'dan z'ye kadar meslekler belirlenmeli. 
 
Maden işçiliği, inşaat işçiliği, şoförlük, market işletmeciliği ve daha pek çok alanın yanı sıra zanaatlarımızı da yaşatmak adına eğitim hamleleri başlatılmalıdır. Çünkü geçmişte yaptıklarımızla bugünü, bugün yapacaklarımızla da geleceğimizi inşa edeceğiz. O yüzden de merhum Yahya Kemal Beyatlı gibi "Ne harabiyim ne harabati / Kökü mazide bir atiyim" diyen bir nesil yetiştirmeliyiz.

Yazarın Diğer Yazıları