Dip Sedirde Keçe ya da Anılarla Yaşamak

"Eski” görülen her şeyi yenilemek şimdi moda oldu. Özellikle "yenilenirken” hatıraları yok etmek, günlük hayattan siyasete bir hayli yaygınlaştı. Hatta bu işlerde insanlar görünüşe değer vererek adeta yarışa girdiler. Yaşadığımız kültürel erozyondan başka nedir ki?!

İnsanlar gerek oturdukları evlerinde gerek bağ, bahçe ve tarlalarında geçmişe dair, atalarını unutturmayacak ne kadar hatıra varsa onları yok etmek, silip süpürmek için bir yarış içerisindeler.

Önce evlerden başladık. Ana babalarının yıllarca oturdukları, çoluk çocuklarını besleyip büyüttükleri hatta dede ve ninelerinden kalma hatıraların bile her köşesinde yaşamaya devam ettiği kerpiç evleri yok ettik. Oturması sağlıklı ve yazın sıcağında serin, kışın tipi ve ayazında sıcacık olan bu ata mekanlarını yıkmak suretiyle bir beton yığını olan hastalıkların davetçisi, asri hapishanelere konut dedik. Büyüklüğü ile, modernliği ile övündük. Bunu yaparken de eskiden hiçbir eser kalmasın diye bir kepçe getirip yerimizi yurdumuzu silip süpürdük.

Oysa o güzelim mütevazi Gonya şehir evinde veya köydeki taş evlerde öyle güzel hayat sahneleri yaşanırdı ki. Her biri keyiflik, seyirlik tablolardı. Sedirler, sofalar, mutfaklar, izbeler, tavan arası ekmek ocakları, evin bir köşesindeki anamız bacımız ekmek yaparken dumanı göklere çıkan o tandır güdüğünün sokakları saran, komşuları kuşatan mis gibi kokularını nasıl unuturuz. "Yeni yaşam alanı” meraklılarının hafızası silinmiş ki, sanki bu sahneleri hiç yaşamamış gibi hiç görmemiş gibiler...

Ben bu yazıyı yazarken aklımın bir köşesinde evimizin sediri, babamın oturduğu köşedeki minder, izbedeki bulgur küpü var... İşte şunlar babacığımın okuduğu kitaplarını koyduğu raflar, şu askıdaki babamın kırma çifte tüfeği. Şurası bahçedeki tandırımız şu direkte asılı duran anacığımın ekmek yaparken giydiği işlik göyneği ve kollarına bağladığı kolcakları, şu ayran ve hoşaf taslarımız, şu anacığımın salata sahanı.

Şu pilav koyduğumuz bakırdan lengeri denecek bir hatıra bırakmadık. Yine ekmeğimizin kaynağı olan tarlalarımızdaki armut ve alıç ağaçları dibinde gölgelendiğimiz meşe ağaçlarının hepsini kestik, söktük, yok ettik. Oysa hepsi de bize geçmişimizi, harsiyatımızı hatırlatan birer anıt ağaçlardı. Şimdi bağ bahçelere bakıyorum doğal deyip ağzımıza atıvereceğimiz bir tek yaban meyvesi yok.

Yakın zaman önce hali vakti yerinde, maziye hasret çeken, atalarına saygı duyan bir arkadaşımı ziyarete gittim. Biraz hoş sohbetten sonra beni evinin bahçe kısmında bir ayrı eve götürdü. Baktım dip sedirde keçe serili. Üzerinde yün dolgusu minderler. Eski ahşap direkleri cilalamış, eski urbalardan bir kısım askıya asmış evin gerisinde maket saban, maket pulluk, dirgen, beldenat gibi eski malzemeler ile öyle bir süslemiş ki. O gördüklerim sanki beni ruhumla bedenimle 50 yıl öncesine taşıyıverdi, kendimden geçtim. Bu sevinç ile "Maşallah gardaşım; ne güzel şark odası yapmışsın” deyince yüzü ekşidi ve itiraz etti bana; "Yok, gardaşım burası şark odası değil baba ana odası yani hayat odası” dedi. "Doğru haklısın ben yanlış ifade kullandım seni tebrik ederim” deyince; "Ben bunlarla mutlu oluyorum. Akşam gelince bu odaya girer otururum bütün yorgunluğum geçiverir. Pazar günleri eşimle dostumla burada sohbet ederim” dedi.

Ne mutlu anılarıyla yaşayanlara. Ya bizler ne yaptık? Elimiz ağzımıza uydukça o köşe minderleri yerine, demirden yapılmış anamızın yün ile doldurup özenle köpülediği minderlerin süslediği divanların yerlerini köşe takımı denen mobilyalarla işgal ettik. Sağlıklı yaşamamızın membaımız olan keçe sergiler yerine sentetik malzemeden yapılmış desenli modern halılarla donattık.

Bu yazıyı yazarken bir geleneğin çökmekte kaybolmakta olduğunu düşünmüşken bir anda gereğinin yapıldığını görünce hem geçmişi anımsadım hem de geleneklerimizin yaşadığına sevindim.

Konya'ya yakın köylerden birinde bir kadim dostumuzun eşi vefat etti. Adetlerimiz, geleneklerimizden olan bu ölü çıkan eve taziye için yemekli gidilirdi. Biz de öyle gittik ve hüznü bir kenara bırakıp ailecek yemeklerimizi yedik dualarımızı gönderip uzun bir müddet oturup evlerimize geldik.

Ben Konya'ya göç ettikten bir iki yıl sonra anacığım vefat etti. Komşularımız da genelde kırsaldan Konya'ya göç etmiş ailelerdi. Nedense birkaç gün akşamları komşuların birçoğu ellerinde bir tepsiye konmuş bir kaç kap yemek birkaç ekmek ile yemek vaktinden önce kapımıza gelip sofrayı hanımıma vermiş; "Başınız sağ olsun hayırlı akşamlar” deyip dönmüşlerdi.

Oysa taziye yemeği bizim bildiğimiz böyle değildi komşulardan evin beyi, hanımı, büyükleri evde yapılan yemeklerden bir kısmını sofraya koyup ölü evine gelir o evin sakinleri ile yemeği yer onları teselli edici sözler sarf ederlerdi. Ardından biliyorsa iki satır Kuran okur ve dağılırlardı. Oysa bu yapılan yanlıştı o evin sahibi iki ekmek ile iki üç kap yemeğin acı değildi onların teselliye ihtiyacı vardı, ekmeğe ihtiyaçları yoktu.

İşte bu bahsettiğim ölü evine bir hafta sonra eşim ve büyük oğlumla yemekli gittik halen bu eve konu komşu hısım akraba saygın büyükler yemekli geliyor ve o eski geleneği yaşatıyorlardı. Bunu görünce çok duygulandım geleceğimiz örf ve ananelerimizin devamına da sevindim.


Yazarın Diğer Yazıları