Dışımız Güzel de İçimiz Ne Halde!

Geçen gün caddede yürürken şöyle bir ibret gözüyle etrafa baktım. Sağlı sollu dizilmiş ışıltılı yüksek binaları, boyalı evleri, caddede akan model model arabaları, bir de pahalı marklardan giyinmiş insanları seyrettim. Hepsi çok güzel görünüyorlardı, göz kamaştırıyordu, hepsine ağzımız açık bakıyorduk, bakmadan edemiyorduk. Gördüğüm evleri almak için bir devlet memuru bir ömür çalışmak zorundaydı. Hakeza arabalar da öyleydi, yıllarca taksit ödeyerek alınıyordu. Elbiseler de artık ucuzluk pazarından değil, marka satan mağazalardan alınıyordu. Kendi kendime düşündüm, şu güzel gördüklerimize harcadığımız zamanı, verdiğimiz emeği içimizi de güzelleştirmeye verebiliyor muyuz? Maalesef on beş dakikalık namazı ihmal ediyoruz, insanların gönlü hoş olsun diye küçük bir gülümsemeyi beceremiyoruz. Bir selamla dahi gönül almayı düşünmüyoruz. Bir hasta ziyaretine, bir cenaze taziyesine zaman ayırmıyoruz. Aksine ömrümüzü başkalarının güzel görmesi, falanın güzel evi- arabası var demesi için harcıyoruz.

Evet, günlerimiz hep dışımızı güzelleştirmekle geçiyor. Fertler olarak, devlet olarak bütün yatırımları dışımıza yapıyoruz. Yani oturduğumuz evleri güzelleştiriyoruz, gittiğimiz yolları güzelleştiriyoruz, bindiğimiz arabaları, giydiğimiz elbiseleri güzelleştiriyoruz. Hep konfora yatırım yapıyoruz. Bir hayır- hasenat istendiğinde elimiz cebimize varmıyor, kılı kırk yarıyoruz. Eve arabaya harcarken sular- seller gibi akıtıyoruz, ahiretimizde sermaye olacak, kalbimizi inceltecek hayır işlerinde de cimri kesiliyoruz.

Şehirlerimizi dönüştürmek adına, daha yirmi otuz yıllık evler yıkılıyor, daha ışıltılı olanlar, daha konforlu ve modern evler yapılıyor. Bahçeli, müstakil, avlulu evlerden çıkıp çok katlı sitelere geçiyoruz. Oturup çayımızı demleyebileceğimiz, iki dal soğan ve marul yetiştirebileceğimiz evimizin arka bahçeleri giderek kayboluyor. Evimizin önünde kendi ailemize ait mahrem bir alanımız kalmıyor. Üç-beş metrelik beton balkonlarla avunuyoruz, oradan güneş alıp oralardan çevreyi seyrediyoruz.

Artık her yıl arabamızın modelini, telefonumuzun modelini değiştiriyoruz, bir üst modele geçiyoruz. Arabamızın bakımı için hiçbir masraftan kaçmıyoruz, yıkatıyoruz, filmler çektiriyoruz, alarmı yoksa taktırıyoruz, ufak bir çiziğini boş vermiyoruz, boyatıyoruz. Hatta komşumuzun arabasından daha konforlusunu almak için para biriktiriyoruz, kredi alıyoruz. Arabamız bize statü- sınıf atlatıyor, kişilik kazandırıyor, gücümüze güç katıyor, makamımızı yükseltiyor.

Artık en fakirimizin üzerinde bile yamalı, lekeli elbise görülmüyor. Çok zaman yıkama zahmetine katlanmıyoruz, bir yenisini alıp giyiyoruz. Her düğüne, her bayrama, her etkinliğe ve her şenliğe farklı elbiseyle gitmeyi yeğliyoruz. Aynı elbiseyle günlerce görünmekten, haftalarca aynı elbiseyi giymekten utanıyoruz. Başkasının üzerinde gördüğümüz markalı moda bir elbiseyi parasına aldırmadan gidip biz de alıyoruz. Artık yamalı elbiseleri dilencilere, inşaat işçilerine bile vermiyoruz, versek de almıyorlar. Yamalı elbise giymek bir zaman tevazu, tutumluluk, kanaat alametiydi, bugün aşağılanma, kınanma alameti.

Eskiden belli bir yaşa gelmiş, emekli olmuş insanlar Peygamberimizin sünnetini de işlemek için sakal koyardı. Sakal bir ağırlık veriyordu, birçok yanlıştan sakındırıyordu. Sakallı insanlara ya "Hacı abi” derdik ya da "Hocam” diye hitap ederdik. Artık sakalı da moda, tarz ve imaj olarak koyar olduk. Sakal da moda oldu. Artık kamu çalışanlarına da sakal serbest olunca kimin ne amaçla sakal koyduğunu bilemez olduk. Evet, sakal fıtri sünnetlerdendir. Dinimize göre erkek erkek gibi, kadın kadın gibi giyinmeli, kuşanmalı, dolayısıyla erkek sakalını dipten kazımamalı. Erkeğin sakalını kökten kesmesi fıtrata aykırı. Harama yakın mekruh, haram diyenler de var.

Evet, dıştan kastımız, evimiz, arabamız ve elbisemiz. Pekiyi, arabası son model, evi saraydan farksız, elbisesi ipeği aratmaz niceleri var, mutsuz, huzursuz, gamlı, stresli. Demek ki dış güzelliği yetmiyor, huzur ve mutluluk başka bir şey. İnsanın bedeninden başka bir de ruhu var. Ruh insanın görünmeyen yüzüdür, gönlüdür, kalbidir. İşte o gönle, o kalbe, o ruha ne kadar önem veriyoruz, onları ne kadar temiz tutuyoruz, onların güzel olması için ne kadar çalışıyoruz, onları ne kadar doyuruyoruz. Evlerin, arabaların elbiselerin güzelliğinden gözlerimiz doyuyor ama gönlümüz doymuyor. Gönül-ruh açlığını gideren başka bir şey, biz ona maneviyat diyoruz. İşte tasavvuf dediğimiz okul, insanın bu görünmeyen yüzünü, yani kalbini, gönlünü, ruhunu doyurmak, temiz tutmak için vardır. Onun için İslam tarihi boyunca bu tasavvuf okulları hep var olmuş, hem canlılığını korumuş, yasaklandığında bile yer altınına girip faaliyetine devam etmiş.

Benim anladığım tasavvuf ve tarikat; bir güzel insanı, Allah dostunu örnek almaktır, taklit etmektir, onun gibi yaşamaya çalışmaktır, onun öğrettiğiyle yolunu çizmek ve onun öğrettiği zikirlerle gönünü kalbini- ruhunu arındırmaktır, tatmin etmektir. Tasavvuf, ahlakımızı güzelleştirmek, niyetimizi temiz tutmaktır. Bu da hep Rabbimizi hatırda tutmakla, ihlasla, ibadetle olur, iyilik yapmakla ve dua almakla olur.

Gelin biraz da içimize yolculuk yapalım. Mutluluğu evde, arabada, elbisede değil, içimizi güzelleştirmede arayalım. Efendimiz (SAV) buyurur:. "Zenginlik mal zenginliği değil, gerçek zenginlik gönül zenginliğidir”. Mutluluk da, takva da oradadır. Şunu da unutmayalım: "Allah güzeldir güzeli sever”. "Güzel elbise giymek kibir alameti değil, kibir başkalarını küçük görmektir, tahkir etmektir”. İsraftan sakınmak şartıyla helalden kazanılan güzel ev de, güzel araba da mubahtır. "Allah verdiği nimeti kulunun üzerinde görmeyi sever”, yeter ki o nimet Allah'ı unutturmasın, hatırlatsın.


Yazarın Diğer Yazıları