Modernizm, Kültürümüz Ve Bülbül

Efendim geçtiğimiz günlerde Afyon'un Kemerkaya Kasabası'nda idim. Bir sabah vakti erkenden kalkıp dağlara doğru yürüyüşe çıktım. Dağların eteklerinde bir konser veriliyordu. Konseri verenler bülbüllerdi. Bülbül Farsça bir kelime. Aslı bulbul. Ancak bulbul gibi insanın kulağını tırmalayan bir kelimeyi milletimiz alıp bülbül gibi insanın kulağını okşayan, nağme gibi bir kelimeye çevirmiş.     Bülbülün kültürümüzde çok özel bir yeri var. Zümrüdüanka masalların baş kuşu ise geri kalan her kültür alanının baş kuşu bülbüldür. En önemli yeri de hiç kuşkusuz edebiyatımızdır. Edebiyatımızda âşık ile maşuk, gül ve bülbül remizleri ile anlatılır. Eski insanlarımızda güllerin açılma zamanlarında daha çok ötmeye başlayan bülbüllerin güle âşık olduğu izlenimi uyanmıştır. Bu bakımdan sevdiği ancak karşılık bulamadığı gülü ziyarete gidip bir an olsun onu görebilme arzusuyla yanıp tutuşan bülbül ile âşık aslında hemderttirler. Her gün gülistanda dertlerini güllere terennüm eden sevda kuşlarıdır bülbüller. II. Selim'in bülbülün geçtiği şu beyiti, İsmail Hakkı Uzunçarşılı'ya göre bir divan değerindedir: Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-ı firâkız Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden     Yani demekte ki "Biz ayrılık gül bahçesinin yakıcı nefesli bülbülüyüz. Ateş kesilir geçse (serin) seher yeli bahçemizden.” Bülbülüz derken aslında âşıklarız demek istemekte Şair.     Ziya Paşa'nın terci-i bendinde geçen şu beyit de bundan kalır yanı yoktur hani: Güller güler figânla geçer ömr-i andelîb, Bî-mâr ihtizârda ücret diler tabîb.     "Güller güler, bülbülün ömrü figanla geçer. Hasta can çekişmekte tabip ücret ister.” Akif'in meşhur "Bülbül” şiirini bilmeyen yoktur. Bursa'nın işgali ve padişah kabirlerine yapılan saygısızlık üzerine kaleme alınmış şiirini Akif şu dizelerle bitirir: Dolaşsın, sonra, İslâm'ın harem-gâhında nâ-mahrem... Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!     Akif'in Mısır'daki vatana hasret günlerinde kızına yazdığı mektupta "Oralarda bülbül var mı? Çünkü buralarda hiç yok!” derken o, bülbülle simgeleştirdiği vatan hasretini dile getirmekteydi.     Halk kültürümüzde de bülbülün ayrı bir yeri vardır. Vatana olan hasreti dile getiren "Bülbülü altın kafese koymuşlar, ille vatanım demiş.” yahut konuşmanın başa açtığı belaları anlatmak için "Bülbülün çektiği dili belasıdır.” veyahut susmayı tercih edenler için kullanılan "Dut yemiş bülbüle dönmek” hemen akla geliverenlerden. Peki, bülbül dut yer mi, yerse yiyince neden susar? Aslına bakarsanız işin aslı öyle değil. Bülbül dut yer lakin susmasının sebebi dut değildir. Bülbül kendisine bir eş bulmak, sevdiğine kavuşmak için şakır. Kendine bir eş bulunca da maksat hâsıl olduğu için şarkı söylemeyi keser. Çünkü artık buna hacet kalmamıştır. Bu da aşağı yukarı dutların olmaya başladığı zamana denk gelir ki halkımız "Dutlar oldu, bülbül dut yedi ve sustu.” vehmine kapılmıştır.     Unutmadan Efendimizin (sav) bir lakabının "Andelib-i Zişan” yani "Şan sahibi bülbül” olduğunu da belirtmeden bitirmeyelim yazımızı.     Şehir hayatının gelmesi ve buna bağlı olarak da coğrafyamızın değişmesiyle artık bülbül, saka gibi kuşlar yeni neslimiz için bir anlam ifade etmemekte. Ömürlerini bunları duymadan geçirmek ne büyük bahtsızlık! Tıpkı her gün Prometheus'un ciğerinden bir parça koparan kartal gibi modernite de her gün kültürümüzden bir parça kopararak onu tüketiyor. Ne Doğulu kalabildik ne Batılı olabildik. İki cami arasında bînamaz… Bülbül artık eski bir kuş. Bizi anlatamaz. Bizi anlatan tıpkı bizim gibi şuursuz davranan papağan. Selam ve dua ile…

Yazarın Diğer Yazıları