Anayasa Paketine Laikliğin Tarifi de Eklenseydi

Yılbaşı gecesi İstanbul –Ortaköy’de Reina eğlence merkezinde 29 kişinin yaşamına son veren ve DEAŞ mensubu olduğu belirlenen Özbek terörist, ülkeyi eski ve bayat bir tartışmanın içine çekti. Unutulan ve kabuk bağlayan laiklik tartışması yeniden başladı. Evet, Reina katliamını, birileri laiklik tartışmasına taşıdı, yaşam biçimlerine devletin ve hükümetin müdahalesi olarak algıladı. On dört yıldır pusuda bekleyen, hükümete bel altından vurmak isteyen, bir kaşık suda fırtına kopartan, öküz altında buzağı arayan, eski defterleri karıştıran azınlık bir grup fırsat kolluyordu. İşte fırsatı buldular, kimileri sokağa döküldü, kimileri kalemini biledi, hep birlikte fitne, fesat ve kaos çıkarmak için kolları sıvadılar. Biliyoruz ki o gezici zihniyet, o Cumhuriyet mitingcileri bir köşede unutulmaktan sıkılmışlardı. Tekrar meydanlara çıkmak, ortalığı karıştırmak, öküz altında buzağı aramak, bulanık suda balık avlamak gerekiyordu. Ama bir bahane bulunmalıydı, o da Reina katliamı oldu. Böyle bir kirli ve sinsi niyet taşıyanlara karşı ferasetli ve uyanık olunmalı, mindere çekilmemeliyiz.
     Evet, biz bu defteri 2007’lerde, Ak Parti hükümetlerinin ilk yıllarında kapatmıştık. Ak Parti hükümetleri on dört yıldır uygulamaları ile hiç de laiklik karşıtı olmadığını, laiklik ilkesiyle bir sorununun bulunmadığını gösterdi. Sadece laikliğin yanlış anlaşıldığını ve yıllarca dindara baskı olarak kullanıldığını, dinsizlik gibi gösterildiğini, işte bu tür laikliğe karşı olduğunu söyledi, savundu. Ak Parti hükümeti laikliğin yeniden tanımlanmasını istedi, bir daha sorun olmaması için anayasada tarif edilmesi gerektiğini söyledi yıllarca.
    İleriki dönemde anayasamıza laikliğin tarifi de eklenmeli, laikliğin tarifi olarak, “devlet bütün inançlara eşit mesafededir, her vatandaş dinine ve kökenine bakılmaksızın kanunlar önünde eşittir, devletin teminatı altında her birey dinini özgürce öğrenir, yaşar ve ibadetlerini yapar, bu konuda hiç bir baskıya ve dayatmaya maruz kalmaz” diye yazılmalıdır. 
     Tanzimattan yani 1839’dan beri bu ülkede laik sistem, laik devlet, laiklik-sekülerlik tartışılıyor, bu tartışma sona erecek gibi de görünmüyor. Aslında bu millet inancının gereği olarak tarih boyunca bütün inanç gruplarıyla yan yana ve iç içe yaşamış, adı konulmasa da laik bir sistemle yönetilmiş, bütün din mensupları bu topraklarda özgürce yaşamış, Cumhuriyet dönemine kadar laiklik gibi bir ilkeye ihtiyaç duymamıştır.
    Sayın Cumhurbaşkanımız her zaman söyler; insanlar laik olmaz, devletler laik olur. Modern bir devlet, inançlarına ve etnik aidiyetine bakmadan bütün vatandaşlarını kucaklamak zorundadır. Şu gerçeği unutmamak gerekir ki, bugün yürüklükte olan “laik hukuk sistemi” denilen bu ithal elbise bizim bünyemize oturmamıştır, bu elbise bizi sıkmaktadır ve bize dardır. Her gün huzurumuzu kaçırmaya, terör üretmeye devam ediyor. Her inanç kesimini içine alan, fitne ve fesadı önleyen, her kesimin can-mal ve namus emniyeti içinde yaşadığı, din, vicdan ve fikir özgürlüğünün olduğu bir hukuk sistemi inşa edilmelidir. Hüseyin Hatemi’nin “Tabii Hukuk” dediği, insan tabiatına ve fıtratına uygun bir sistemi düşünmeliyiz.
    Pekiyi, laiklik kavramı nerede ve niçin ortaya çıkmıştır? Laikos, Yunanca bir kavramdır ve “kilise mensubu olmayan” veya “dindar olmayan” anlamındadır. Rönesans ve reform hareketleriyle birlikte Avrupa insanı Kiliseye başkaldırdı, Hıristiyan rahiplerin baskısı altından kurtulmak istedi, uzun mücadeleler sonucunda Kilise yönetimiyle devlet sistemini ayırdı, Kiliseyi ve devleti birbirinden bağımsız kurumlara dönüştürdü, onların ifadesiyle Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya, Sezar’ın hakkını Sezar’a verdi.
    Avrupa insanı asırlarca Kiliseden çok çekmişti. Bilim adamlarını darağaçlarına gönderen, her ilmi gelişmeyi kiliseye tehdit gibi gören Kilise yönetimi, sadece bilim adamlarının korkulu rüyası olmadı, devleti yönetenlere de ayak bağı oldu.   Nihayet 1789 Fransız ihtilaliyle birlikte aydınlar laiklik diye bir kavram icad ettiler ve Kilisenin elini kolunu bağladılar, devlet yönetimini dinden ayrı tuttular. Her ne kadar Kiliseyi devlet yönetiminden ayırsa da Avrupalı hiçbir zaman dininden vazgeçmedi, Kiliseye vergisini vermeye, Kilisede nikahını kıymaya, yemin ederken İncil’e el basmaya, pazar ayinlerine katılmaya devam etti. Bizde ise tarih boyunca din -devlet çatışması yaşanmadı. Bizde ruhbanlık yoktu, din adamlarının halk üzerinde bir baskısı, önceliği ve kutsallığı yoktu. Bizim din adamımız dini sadece tebliğ etmekle görevliydi ve sadece devlet adamlarına yol gösterebilirdi.
   Avrupalının ve diğer dış dünyanın anladığı, tanımladığı ve uyguladığı laiklik, din ve devlet işlerinin ayrı tutulmasıydı, devletin bütün inançlara, dinlere ve din mensuplarına eşit mesafede olmasıydı. Batılılar, laiklik adına sözde beşeri hukuku esas aldılar, akıl ve bilimi öne çıkardılar. Halbuki kanunlarını yaparken inançlarını gözettiler, Hıristiyanlıktan beslendiler. Avrupa kanunlarının temeli, Roma hukukuna dayanıyordu, Roma hukuku da Hıristiyan kültüründen besleniyordu.
   Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte biz de kanunlarımızı Avrupa’dan kopya ettik ve devlet yönetimini dinden ayırdık, sadece Meşihat makamının yerine Diyaneti muhafaza ettik. Bir kısım cumhuriyet elitleri ilimde, bilimde, teknolojide dinin bizi geri koyduğu, kalkınmamızı ve gelişmemizi önlediği ve vatandaşları inançlarına göre ayrıma tabi tuttuğu inancındaydı. Dinin bizi birleştirdiğini değil, ayırdığını düşünüyorlardı. Birleştirici olarak ulusçuluğu, kurtarıcı olarak da laiklik ilkesini görüyorlardı(!) Bu anlayışla Cumhuriyetin ilk yıllarında Avrupa’dan kanunlar ithal ettik.  O günlerde iletişim kanallarının kısıtlı olması, savaşlardan dolayı milletin yorgun ve yoksul kalması dolayısıysa bu yeni rejime ve gelişmelere millet tepki göstermedi. 21 ve 24 anayasasında “bu milletin dini İslam” yazıyordu. Laiklik  kavramının anayasamıza girmesi ta 1937 senesinde olmuştur. Hatta yakın zamanlara kadar nüfus cüzdanlarımızda dinimiz ve mezhebimiz belirtiliyordu.
  Şunu belirtelim ki bu millet tarih boyunca İslam’ın bayraktarlığını yapmış, üç kıtaya İslam’ın yayılmasını sağlamıştır. İslam dininin ilme ve gelişmeye engel olan hiçbir emri veya yasağı da yoktur. Hatta Kur’an’ın ilk ayeti “oku” dur ve yüzlerce ayet düşünmeye, akletmeye, bilim üretmeye teşvik eder. Böyle yüce bir dini, bozulmuş, tahrifata uğramış bir Hıristiyanlıkla kıyaslamak ve meşihat makamını veya hilafeti kiliseye benzetmek, dini ve onu temsil eden hilafeti bir ayak bağı olarak görmek büyük yanlıştır.  Bu millet dünya tarihine şan ve şerefle anılıyorsa,  dünyanın en büyük bir imparatorluğunu altı yüz yıl yaşatabilmişse dinine ve inancına borçludur. Kavram olarak “laiklik” denmese de dinimizde “sizin dininiz size benim dinim bana” ilkesi vardır bizim dinimizde. Aylarca bu ülkede bu topraklarda kimsenin dinine, inancına karışılmamış, aramızda yüzde yirmi- otuzu bulan Hıristiyan nüfusu Rumlar ve Ermeniler hatta Yahudiler dinlerini özgürce yaşamışlar, kiliseleri açık kalmış, ayinlerini yapmışlar, vergi karşılığında askerlikten muaf olmuşlardır. Hatta bu ülkede ticaret yaptıkları ve askerlik yapmadıkları için en varlıklı onlar olmuşlardır.
    Asırlarca bu millet dini sayesinde ayakta kalmış, dininden aldığı merhamet ve şefkatiyle dünya milletlerine örnek olmuştur. Bu millet, birilerinin hatırı hoş olsun diye, birileri kendi nefsani arzularını tatmin etsin diye yüce dininin karalanmasına, yaralanmasına, hayatın dışına atılmasına izin vermez. Bu millet dindardır, başkalarının yaşam tarzına saygı duyarken, kendi yaşam biçimine de saygı duyulmasının ister.   

Yazarın Diğer Yazıları