Aşkın Aldı Benden Beni!..

Aşk, şiddetli sevginin adıdır. Tasavvuf dilinde, Allah’a muhabbet anlamında kullanılır.
İnsan, aşkı ya mecazî kullanır, ya da hakiki. Mecazî aşk, fanilere gönül bağlamaktır. Hakiki aşk ise, Allah’ı sevmektir. Bazen mecazî aşk, hakiki aşka vesile olur.
Bu konunun en çarpıcı misali, Leyla-Mecnun kıssasıdır denilebilir. Mecnun, Leyla’ya sevgisinden deli-divane olur. Çöllere düşer. Gözleri Leyla’ya benziyor diye, çölde ceylanlarla arkadaş olur. Bir gün bulunduğu yere bir köpek gelir. Kimse ilgilenmezken, Mecnun köpeğe büyük ilgi gösterir. Niye böyle yaptığını sorarlar, “Siz bilmiyorsunuz, bu köpek Leyla’nın diyarından gelmiştir” der. Neticede, Leyla’yla bir araya geldiğinde, hayır, der, Leyla sen değilsin. “Sen yürü Leyla ki ben Mevla’yı buldum.” Böylece kendisindeki mecazî aşk, gerçek aşka dönüşür.
Yunus Emre’ye “Bana Seni gerek Seni” dedirten de, aynı İlâhi aşktır. Yunus Emre ve Mevlâna gibi Hak aşığı olan zatlar, aşktan bahsettiklerinde “İlahî aşkı” kastederler. Bundan sonraki “aşk” ifadelerine bu noktadan bakmak gerektir.
Her şeyden önce “aşk” fikrî değil; hali ve vicdanîdir. Yani, matematiğin, kimyanın meseleleri gibi, net ifadelerle anlatılması ve anlaşılması mümkün olmayıp, ancak halen ve vicdanen bilinir. Bu noktada aşk, sübjektif bir karakter arz eder. Mevlâna, bunu şöyle dile getirir: Biri “Aşıklık nedir?” diye sordu. “Benim gibi olursan anlarsın” der.


Mevlâna’nın verdiği şu misalden hareketle, aşık olmayı manevî bir sarhoşluk olarak anlayabiliriz. “Bir sarhoş meyhaneden çıkıp da yolunu şaşırınca, çocukların maskarası ve eğlencesi olur. O sarhoş, böylece sekr halinde bulunur. Çocuklar ise, onun şarap zevkinden ve sersemlik neşesinden habersiz olarak arkasına takılır. Allah’ın aşkından sarhoş olanlardan başka, bütün halk, çocuk mesabesindedir. Heva ve hevesten kurtulmuş olanlardan başkası, büluğa ermiş değildir.”
Şu sözler ise, İlahî aşktan nasibini almayan ve dünyanın fani işleri içinde boğulup gidenlerin halini anlatır: “O çocuklar bir kamışa binerler ve ‘bu bizim burakımız veya mübarek gidişli düldülümüzdür’ derler. Yüklenmiş oldukları kamışı taşıdıkları halde, cehillerinden böbürlenirler ve kendilerini ata binmiş zannederler.”
Tasavvuf ehli divanlarında “şarap-meyhane” gibi mazmunlara sıkça yer vermişlerdir. Mânâdan nasibini almayanlar bu ifadeleri zahirine göre değerlendirmişler, o büyük zatları yanlış tanımış ve anlatmışlardır.


Nitekim yüce Allah, “Onların Rabbi, onlara tertemiz bir şarab takdim eder” (Dehr Sûresi,21) buyurmaktadır. Ayette geçen “şarab” kelimesi, şu anda Türkçemizde kullandığımız “içki” anlamında olmayıp, “temiz içecek” manasındadır.
İlahî aşk mensuplarından Yahya b. Muaz, Bayezid-i Bistami’ye şöyle der: “Muhabbet kadehinden o kadar içtim ki, sonunda mest oldum.” Bayezid, şu anlamlı cevabı verir: “Muhabbet şarabını kase kase içtim. Lakin ne şarap bitti, ne de benim hararetim geçti.”
 Hak aşığı olan zat, her şeyi “Mevla’nın diyarından” gelmiş olarak görür. Mecnun her vesileyle Leyla’yı hatırladığı gibi; âşık da “Her şey bana Seni hatırlatıyor” der, varlıklardan Allah’ı bulur, Allah’ta fani olur. Hatta, Hallac-ı Mansur gibiler, kendilerini tamamen yok farz edip “Ene’l-Hak” bile derler. Şüphesiz, böyle aşıkların bu gibi sözleri, şeriatın zahirine aykırıdır. Manen sarhoş iken böyle söylemişlerdir. Mevlâna, böylelerin halini, kıpkızıl hale gelen demirin “ben ateşim” demesine benzetir. Ancak, şu mühim hatırlatmayı da yapmadan edemez: “Sen, sarhoş olanlardan kılavuzluk arama!” Yani, böyle zatlar, hidayet üzere olmakla beraber, peşinde gidilecek kimseler değildir.
Âşık bu dünyada kendini gurbette görür. “Vatan sevgisi imandandır”  hadisini tasavvufî manasıyla değerlendirir. Gerçek vatanı “Bezm-i Elest” olarak kabul eder. Şu dünya zindanındaki günlerini tamamlayıp, İlahî huzura vuslatı en büyük gaye bilir.


Yazarın Diğer Yazıları