Nurcu Ahmed

1962 yılının serin bir bahar günüydü, sokakta arkadaşlarımla oynarken yanıma geldi, elimden tuttu, birlikte karşı eve girdik. Kerpiçten yapılmış, tek katlı, bir kasaba eviydi. Abdest aldırıp yanına oturttu.
Bir çocuk için ilginç bir ortam vardı. Üzerlerinde, kitap büyüklüğünde pencerecikler açılmış rahleler vardı. Rahlelerin üzerindeki pencereciklere cam takılmış, camın altına da ışık konmuştu.
Amcalar, üst-üste koyup  ataçla tutturdukları iki kağıttan alttakinde bulunan yazıları, mürekkebe batırıp çıkardıkları divit kalemlerle kopya ediyorlardı. Başlarında Osmanlı akıncıları gibi ucu sırtın ortasına doğru sarkan sarıkları vardı.
Orada bulunan diğer çocuklar da kendilerini bir ressamın atölyesinde gibi hissediyorlardı. Ressamın boya ve fırçalarıyla oynar gibi mürekkebe batırıp çıkararak, camın üzerinde  Osmanlıca yazıları kopya etmek oyun gibi geliyordu.
Nurcu Ahmed, sıcak bir ses tonuyla beni yanına oturttu. Önümüzdeki masanın üzerindeki kağıttan göstererek bana anlatmaya başladı. İşte bu elif, bu be, bu cim, bu ayın, bu lamelif ilh.. Bir-iki saatte harfleri öğrendik.
Sonra kopya çekerek yazmaya-okumaya  başladık. Önce “İman hem nurdur hem kuvvettir, hakiki imanı elde eden adem kainata meydan okuyabilir”, sonra “Bismillah her hayrın başıdır” , sonra “Hilkatin en yüksek gâyesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır.” yazdık, okuduk. Hep Osmanlıcaydı....
Sürekli Allah’ın varlığı ve insan olarak Allah’a karşı sorumluluklarımız vurgulanıyordu.
Eğitim aldığımız bu evin kirasını, yenilenleri, içilenleri, kullanılan kağıtları çoğunlukla kendisi karşılıyordu. Ara sıra hastalığı nedeniyle doktora gelip bu evde misafir olarak kalan, sempatik ve düşkünce Kürt amcanın önüne oturup, yemeğini kendi eliyle yediriyordu.
Sonra, her yaz tatilinde bu eğitim devam etti. O yıllarda orta öğretimde öğrencilere ısrarla Darwinizm empoze ediliyordu. Açıkça söylenmese de üstü örtülü olarak, bir yaratıcının olmadığı insanın ve diğer mahlukatın tesadüfen oluştuğuna ısrarla vurgu yapılıyordu.
Yaz aylarında okuduğumuz  “Risaleler” özellikle “Tabiat Risalesi”’den öğrendiklerimiz, okuldaki Darwinist hocalarımıza çok müşkülat çıkarıyordu. Bocalıyorlardı.
Aldığımız bu eğitim devleti ve polisi rahatsız ediyordu. Çocuk olduğumuz halde bunu hissedebiliyorduk.
Nurcu Ahmed’i ve arkadaşlarını bir gün polisin götürdüğünü duyduk. Okuyup, yazdığımız “Risaleler”i ve “Kur’an” ları da alıp götürmüşlerdi.
Demirel dönemiydi. Radyolardan haber  bültenlerinin ardından filan filan şehirlerde yasadışı faaliyet yapan kişiler yakalandı,  suç unsuru olarak camlı rahleler, kitaplar, Kur’anlar, tespihler bulunup, el konuldu, şeklinde duyurular geçiriliyordu.
Daha sonra 1971 darbesi geldi. Tutuklanmalar, hapislikler yoğunlaştı. Artık sadece risale, kur’an okumak, okutmak, Darwinizm’e muhalefet etmek değil kasabamızın sokaklarında namaz takkesine benzer başlıklar giymekten de insanlar tutuklanmaya başlandı. Böyle bir takke nedeniyle Nurcu Ahmed altı ay hapsedildi.
Gidip gelinen mahkumiyetler sürdü gitti. Toplamda  3 yıla yaklaşan aralıklı mahkumiyetler oldu. Mahkumiyetler ailesinin huzurunu ve ekonomisini  bozdu, ailesi yıkıldı.
Bir defasında evine gitmiştim. Evinde değildi. Az önce alınmıştı. Polisler evini basmış her şeyi darmadağın etmiş risale, tespih, sarık, seccade, Kur’an aramışlar, kendini de alıp götürmüşlerdi. Ortalık darmadağınıktı, evdeki her şeyi ortalığa döküp saçmışlardı. Evin dış kapısı sonuna kadar ayrıktı. Avlunun ortasına annesi oturmuş yüksek sesle yanık yanık ağlıyordu;
-Veysel Garani Ahmediiiiim!, Veysel Garani Ahmediiiiim!, Veysel Garani Ahmediiiiim!
Nurcu Ahmed, benim amcamdı.


Yazarın Diğer Yazıları