GÖNLE DOKUNAN BİR HİKÂYE

Anasından yok, babasından yok. Yoksul geldi, yoksul gidiyor. Hiçbir zaman da yoksulluğu dert görmedi. Devamlı; "veren de Allah, alan da. Ne yapalım, bizim de kaderimiz bu. Şükürler olsun, elim ayağım tutuyor ya, gözlerim görüyor, gücüm kuvvetim var ya. Malım mülküm olup da sağlığım olmasa, yatalak olup bir köşede duvara baksam, başkalarına muhtaç olsam daha mı iyi?” der ve haline şükrederdi.

Evi kiraydı. Aybaşı, gözünü açıp kapamadan hemen geliyordu. Çalışmak, evine ekmek götürmek zorundaydı. Öyle ya hayat durmuyordu. Her gün seyyar arabasıyla çarşıya çıkar, pazarları dolaşır; sebze meyve ne bulursa satmaya çalışırdı. Seyyar satıcılık zor iş. Kışı var, yazı var, karı var, yağmuru vardı. Zabıtalar durmadan kovalardı. Eğer elinde avucunda para olsa dükkân açıp, oturacak sabit ticaret yapacaktı. Hiç olmazsa zabıta korkusu çekmeyecek, kışta kıyamette sıkıntı içine girmeyecekti. Ama yok. Yokluk oyunu bozar derler fakat bu, öyle bir yapıda değil, mütevekkil, Hakka rıza gösteren, isyan etmeyen, sabır timsali bir insan.

Seyyar arabasıyla akşama kadar evinin rızkını zar zor temin ediyordu. Akşam eve geldiği zaman çocukları eline bakıyordu; "babamız bize ne getirdi acaba?” diye yol gözlerlerdi. Elbette o çocukların da hakkıydı başkaları gibi doyuncaya kadar yemek, her türlü meyveden yiyebilmek. Onların da hakkıydı iyi beslenmek. Eğer babanın eli doluysa gözlerinin içi gülerdi.

Bir gün yine diğer günlerde olduğu gibi seyyar arabasıyla pazara gitti. Pazar tıklım tıklım dolu. Ama buna yer yok. Ne yapsın bir köşeye sığınmış, müşteri bekliyordu. İçinden;

-"Bu kalabalıklardan birkaç tanesi de benim tezgahıma gelse de bugünkü yorgunluğum nispeten geçse” diye düşündü. Herkes gülüyor, neşeleniyor, şen şakrak bir hayat sürüyordu. Ama bunda gülecek derman yoktu. Bekleye bekleye umudunu yitirmeye başladı. Oruçluydu. Başı dönüyordu. Acaba kan şekeri mi düşmüştü? Kendini yokladı;

-"Yok yok hiçbir şeyim yok. Açlığın verdiği bir durum” diyerek geçiştirdi.

Böyle düşünceler içindeyken, bir anda bir kalabalık hasıl oldu. Ne oluyordu? Kim geliyordu? Yoksa kavga falan mı vardı? Kalabalığın olduğu tarafa doğru baktı. Nihayet mesele anlaşılmıştı. Bir gelen vardı. Biraz sonra bir resmi araba bunun seyyar arabasının yanında durdu. Arabadan kılığı kıyafeti, düzgün bir adam indi. Belli ki resmi görevliydi. Tabii korktu, irkildi.

-"Acaba seyyar arabamı mı alacaktı? Bu kadar beklemem boşa mı gidecekti? Eve eli boş mu dönecektim?” diye söylenirken, resmi görevli;

-"Evladım ben Valiyim, seyyarındaki bütün malları almak istiyorum” dedi. Görevlilere;

-"Bu malları arabaya taşıyın, parası ne tutmuşsa ödeyin, hatta fazlasıyla” dedi. Gülerek;

-"Hayırlı işler, Allah işini rast getirsin. Nerelisin? Nerede oturuyorsun? Çoluk çocuğun var mı? Nasıl kazanabiliyor musun? Bu seyyarla zor olmuyor mu?...” diye soru yağmuruna tuttu. Yanındaki koruma, bütün bilgileri not etti.

-"Haydi Allaha ısmarladık, hayırlı işler.” Diyerek arabasına binip gitti.

Artık dünyalar onun olmuştu. Öyle ya arabadaki bütün mallar satılmış, eve eli boş dönmeyecekti. Çocuklar, babalarını eli boş görmeyeceklerdi. Sevinçten gözlerinin içi gülüyordu.

-"Allah senden razı olsun Valim. Tuttuğun altın olsun. Demek ülkemde böyle güzel insanlar da varmış. Birin bin olsun. Hayatta olduğun sürece sıkıntı görmeyesin…” diyerek dualar ediyordu.

Eve uğramadan marketten evin ve çocukların ihtiyaçlarını aldı. Az da olsa evde bir bayram havası esmeye başladı. Eşi mutlu, çocuklar mutluydu!

Aradan birkaç gün geçmişti. Evin kapısı çalındı. Eşi;

-"Kim o? Kimsiniz?” dedi.

-"Polis, açar mısınız?” deyince kadıncağız ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırdı. Acaba beyine bir şey mi olmuştu? Kaza falan mı geldi başına?” diye düşünerek kapıyı açtı. Polis;

-"Hanım efendi biz vilayetten geliyoruz. Valimizin selamı var. Beyinizin geçen gün mallarını almıştı. Bu gün de size bazı ihtiyaçlar getirdik. Malum Ramazan ayındayız. Lütfen kabul ediniz.” Diyerek getirdikleri erzakları eve bıraktılar. Ev, bir anda erzakla, bayram kıyafetleriyle doldu taştı. Herkeste büyük bir mutluluk, büyük bir sevinç vardı. Evin hanımı;

-"Allah razı olsun” diye dualar etmeye başladı. Bir yandan dua ediyor, bir yandan da ağlıyordu.

Akşam beyi geldiğinde

-"Bey müjde, bugün evimizde bayram var. Bize bayram erken geldi. Sağ olsun, geçen gün senden bütün malları alan valinin görevlileri evimizin ihtiyacı olan erzak ve bayramlıklar getirdi. Ne iyi insanmış vali!” dedi.

Adam, o kadar mutlu oldu ki tarifi imkânsız. Sevinçten gülsün mü, ağlasın mı bilemiyordu.

Yunus Emre'nin şu şiirini hatırladı;

Cana cefa kıl ya vefa
Kahrın da hoş, lutfun da hoş,
Ya derd gönder ya deva,
Kahrında hoş, lutfun da hoş.

Hoştur bana senden gelen:
Ya hilat-ü yahut kefen,
Ya taze gül, yahut diken..
Kahrında hoş lutfun da hoş.

Gelse celalinden cefa
Yahut cemalinden vefa,
İkiside cana safa:
Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

Ger bağ-u ger bostan ola.
Ger bendü ger zindan ola,
Ger vasl-ü ger hicran ola,
Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

Ey padişah-ı Lemyezel!
Zat-ı ebed, hayy-ı ezel!
Ey lutfu bol, kahrı güzel!
Kahrında hoş, lutfun da hoş.

Ağlatırsın zari zari,
Verirsen cennet-ü huri,
Layık görür isen nari,
Kahrında hoş, lutfun da hoş.

Gerek ağlat, gerek güldür,
Gerek yaşat gerek öldür,
Aşık Yunus sana kuldur,
Kahrında hoş, lutfun da hoş.

Yazarın Diğer Yazıları