TYB’DEN İBN-İ SİNA GEÇTİ

Dünyayı etkisi altına alan Koronavirüs (Kovid19) nedeniyle Mart ayından itibaren TYB, programlarını video konferans metoduyla yapıyordu.

Bu hafta sonu ilk defa maskeli, sosyal mesafe kuralına uyarak Kılıç Aslan salonunda yüz yüze gerçekleştirildi. Ortamın sıcaklığına rağmen ilgi yoğundu. Aslında TYB'nin programları ilgiyle izlenmektedir. Bu yönüyle Türkiye'de kendini ispatlamış, bir akademi durumundadır. 

TYBKONYA Şubesi'nde İslâm Felsefesinde İBN-İ SİNÂ konuşuldu.

Zafer Karakuş'un düzenleyip sunduğu programa N. Erbakan Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Hasan Hüseyin Bircan Katıldı.

"İslam Felsefesinde İbn-i Sinâ” başlıklı programda İbn-i Sinâ'nın İslam düşüncesindeki yeri ve önemi üzerinde duruldu.

İbn-i Sinâ'nın hayatı, eserleri ve günümüz dünyasında etkileri ile ilgili bir giriş sonrasında İslâm düşüncesi kavramını açıklayarak sohbete başlayan Hasan Hüseyin Bircan, İslâm düşüncesinin İbn-i Sinâ'dan sonraki serüvenine vurgu yaptı. Onun kendinden önceki tüm eğilimlerin doruk noktasını temsil ettiğini, kendisinden sonra gelenlerin ise kaynağı durumunda olduğunu ifade etti. İslâm düşünce tarihi açısından İbn-i Sinâ'nın merkezi bir konuma sahip olduğunu ifade ederek birçok felsefe, tasavvuf ve kelam alanında belirleyici rolünün olduğunu ifade etti. Tasavvufta, kelam ve felsefe alanında temel problemleri ele alan benzeri olmayan bir isim olduğu konusunda İbn-i Sinâ uzmanlarının hem fikir olduklarını ifade etti.

Yaklaşık 370 (980-81) yılında Buhara yakınındaki Efşene köyünde doğdu. Talebesi Ebû Ubeyd el-Cûzcânî'ye yazdırdığı hayat hikâyesiyle Cûzcânî'nin verdiği ilâve bilgilerin İbnü'l-Kıftî ve İbn Ebû Usaybia tarafından nakledilmesi sayesinde diğer İslâm filozoflarına nisbetle hakkında daha fazla bilgi bulunmaktadır.

 İslâm dünyasında İbn Sînâ künyesiyle meşhur olup bilim ve felsefe alanındaki eşsiz konumunu ifade etmek amacıyla Ortaçağ âlim ve düşünürleri tarafından kendisine verilen "eş-şeyhü'r-reîs” unvanı ile de bilinir. Ayrıca "hüccetü'l-hak, şerefü'l-mülk, ed-düstûr” gibi vasıflarla da anılmıştır. Batı'da genellikle Avicenna olarak bilinmekte ve "filozofların prensi” diye nitelenmektedir. Aslen Belhli olan babası Abdullah, Sâmânî Hükümdarı Nûh b. Mansûr döneminde başşehir Buhara'ya yerleşmişti. İyi bir öğrenim gördüğü ve İsmâilî görüşleri benimsediği anlaşılan Abdullah, İsmâilî dâîlerle sürekli irtibat halindeydi. Bu irtibat neticesinde evi felsefe, geometri ve Hint matematiğiyle ilgili konuların tartışıldığı bir merkeze dönüşmüştü. Kendisini bu tartışmaların içinde bulan İbn Sînâ erken denilebilecek bir çağda felsefî konulara âşinalık kazandı.

İbn Sînâ olağan üstü bir zekâya sahip olduğu için küçük yaşta dikkatleri üzerinde topladı. Önce Kur'an'ı ezberledi; dil, edebiyat, akaid ve fıkıh öğrenimi gördü. Hayat hikâyesinde bu dönemdeki hocaları arasında sadece Hanefî fakihi Ebû Muhammed İsmâil b. Hüseyin ez-Zâhid'i zikrederse de onun bilhassa dil ve edebiyat alanında Ebû Bekir el-Berk?'den ders aldığı sanılmaktadır (DMİ, I, 203).

Dinî ilimler sahasında çok yoğun bir okuma faaliyeti sürdüren ve yüksek bir düzeye ulaştığı anlaşılan İbn Sînâ ayrıca babasından geometri, aritmetik ve felsefe konusunda ilk bilgilerini aldıktan sonra babasının isteği üzerine Mahmûd el-Messâh'tan (Messâhî/Misâhî [?]) Hint aritmetiği okudu.

Buhara'dan ayrılınca İbn Sînâ fizik, metafizik ve diğer felsefî konularla ilgili metinlere ve bunların şerhlerine yöneldi.

fıkıh öğrenimini de sürdürerek münazaralarda bulunacak kadar bilgisini geliştiren İbn Sînâ, daha sonra mantık ve felsefe kitaplarını yeniden gözden geçirmeye koyuldu. 

Kindî ile başlayan İslâm felsefe geleneğinin zirvesinde bulunan İbn Sînâ felsefî sisteminde özellikle Fârâbî'ye çok şey borçludur. Kendisi bir bakıma Fârâbî'nin öğrencisi ve halefi olarak görülebilir. Bununla birlikte üstadını aşmış, tarih içerisinde onun adını ikinci derecede bırakmıştır.

İbn Sînâ'nın Şiîliği benimsediği, bilhassa İsmâilî düşüncesinin etkisi altında kaldığı, esasen felsefesini bu çerçevede kurduğu tezi özellikle 1950'lerden bu yana bazı müellifler tarafından dile getirilmektedir.

İbn Sînâ, İslâm felsefesi geleneğinin Fârâbî okulu içinde yer alan en büyük düşünürdür. Ahlâk felsefesiyle ilgili düşüncelerini geniş ölçüde ilâhiyyât çerçevesinde ele alır. İbn Sînâ, insan davranışlarını ölçen ve değer yargılarını ifade eden ahlâk felsefesinin temel kavramlarını gayeci bir bakış açısından incelemeye çalışır ve bu sebeple ahlâk felsefesini metafizikle ilişkili ve onun tamamlayıcısı olarak görür. İbn Sînâ'ya göre kötülük mutlak değil izâfîdir ve bir çeşit yokluk sayılmalıdır; Bütün müslüman düşünürler gibi İbn Sînâ da ahlâkın gayesinin mutluluk olduğunu ve bunun da en yüksek derecede ölümden sonra gerçekleşebileceğini düşünmekle birlikte mutluluğa ulaşabilmek için her şeyden önce nazarî aklın yetkinleşerek başta ilk varlık (Tanrı) olmak üzere var olanları bütün yönleriyle olabildiğince kavrayıp bilmesi gerektiğini ifade eder.

Dinin gerekliliğini siyasî ve hukukî açıdan ele alan filozof, insanın tek başına yaşaması durumunda bütün ihtiyaçlarını karşılamasının imkânsız olduğunu, bu sebeple topluluk içinde yaşamak mecburiyetinde bulunduğunu hatırlatarak birlikte yaşayan insanların temel ihtiyaçlarını karşılamaları, kamu düzenini ve iç barışı sağlamaları gerektiğini, bunun da ancak iş bölümüyle başarılabileceğini belirtir.

İmam Gazali "Tehafütü'l-Felasife” isimli eserinde İbn-i Sinâ sonrasındaki gelişimin kavşak noktasında bir eseri vardır. İbn-i Sinâ'nın gerek Selçuklu gerek Osmanlı düşünce dünyasında da etkilerini sürdürdü.

Tefekküre, düşünceye, felsefeye ve filozoflara ne kadar da ihtiyacımız var. Özellikle İslam tefekkürüne ihtiyacımız kaçınılmazdır.


Yazarın Diğer Yazıları