KONYA, HZ. MEVLÂNA VE SANAT

Babası gibi san’at ve san’atkâr hakkındaki görüşlerine eserlerinde yer veren Sultan Veled, kendi fikir ve ictihâdiyle san’at öğrenmek isteyen kimsenin, uzun zaman çalışıp çabalasa bile eksik kalacağını; bir üstaddan bir lâhzada öğrenilenlerin yıllar boyu kendi kendine çalışmakla elde edilemeyeceğini belirttikten sonra, san’ata gönül verenlerin mutlaka bir ‘hocadan,bir mektebden usûlüne uyularak yetişebileceğini söylemiştir. İşte, Mevlevîlik tarihinde bu üstad ekseriya bir Mevlevi Dedesi, mekteb de Mevlevîhâne olmuşdur. Bu mekteb teşkîlâtı hele büyük âsitânelerde ilk tahsilden üniversiteye kadar ihâtalı bir öğretim müessesesi vasfında idi ve yukarda bahsedildiği gibi, san’at akademisi hüviyetinin yanısıra, okuyup yazmakdan astronomiye; ilâhiyâtdan tasavvuf yoluyla ruhiyata kadar muhtelif dallarda faaliyet gösterilirdi. Kitapların elle yazıldığı ve birkaç kitaba sâhib olmanın şeref sayıldığı o devirlerde her Mevlevîhânenin bir kütübhâneye mâlik olduğu unutulmamalıdır. Âsitânelere aslı Farsça olan: "Bu makam, Hak âşıklarının toplanma yeridir. Kim ki eksik geldi, burada tamamlandı" mealindeki beytin levha şeklinde asılması elbet boşuna değildir. Bu bahsi, göze hitâb eden iki latîf eserle kapatalım. Birincisi: Geçimini kitab istinsâhiyle karşılayan şâir ve hattat, Mevlevî dervişi Cevrî İbrahim Çelebi (ö. 1654) hayatı boyunca 22 Mesnevî-i Şerif yazmıştır.  
İkinci örneğimiz de, hat san’atında celî kavramını hâlâ geçilemeyen mertebesine eriştiren Mevlevî muhibbi hattatlardan Sami Efendi’nin (1838-1912) celîta’lîk ile yazdığı ve lâciverdmâvi zemîne zerendîd (sürme altın) usulüyle müzehhib Bahaddin Efendi (Tokatlıoğlu, 1866-1939) tarafından işlenen bir levhadır. Hattının mükemmeliyeti dışında, levhanın etrafına mahsus olarak îmâl edilen çerçeveye de dikkati çekmek gerekir. Muhtemelen bir Mevlevî dervişinin yaptığı ince marangozluk şaheseri bu çerçevenin üstünde görülen "destarlı Mevlevî sikkesi" levhayı daha da mânâlandırmaktadır.
Mevlevîlikde Mûsikî...
Hz. Mevlânâ mükemmel tahsîlinin yanısıra, mûsikî ile de uğraşmışdı; rebab çaldığı nakledilir. Mesnevi’sinde ayrı bir mevkî verdiği sazlıktan koparılan ney aslî vatanından ayrılan "ruh" un timsâlidir. Bununla, Rabbine kavuşmanın hasretini çeken "insân-ı kâmil " remzediliyordu.
Belli başlı her tarîkatde değişik usulerle icra olunan âyîn, Mevlevîlikde semâ’ denilen ve insanı gerçek varlığa ulaştıran bir cezbe halinde tezahür eder Mevlânâ bendelerinden Midhat Bahârî Beytur merhum (1878-1970) semâ’ı şöyle anlatmaktadır:
"Sanma bîhûde döner vecde gelen âşıklar, Mest-i cânân olarak akla vedâ eylerler. Nây’den bank-i elestî’ yi duyup âh ederek, Hakk’ı âgûşa alır, öyle semâ’ eylerler".
semâ’ nın bestelenmiş bir âyîn-i şe¬rif refakatinde icra edilmesi teamül hâli¬ne gelince, XV. asırdan îtibâren büyük bestekârlarımız tarafından bu yolda eserler verilmeğe başlanmıştır. Âyinler, selâm denilen dört kısımdan ibaret olup, mûsikîmizin en uzun süreli parça¬larıdır. Her selâmın hangi mûsikî usûlü ile bestelenmesi gerekeceği tesbît olun¬muş; makam ise bestekârın ilhamına bırakılmıştır. Ancak bunun "tefe-ül" yo¬luyla kararlaştırıldığı da vâkîdir: Geçen asrın mûsikî üstadlarından Zekâi Dede (1824-1897) yeni bir âyîn bestelemeğe karar verip güfte ve makam seçmesini Yenikapı Dergâhı postnişîni Osman Salâhaddin Dede’den (ö.1886) rica edince, Şeyh Efendi: "Orasını Pîr Efendimiz¬den soralım" diyerek Mevlânâ’dan "tefe-ül’e işaret etmiş ve Dîvân-ı Kebîr açıldığında karşılarına aslı Farsça olan ve "Ey çengi Isfahan perdesi arzum¬dur!" mısrâ’ı ile başlayan gazel çıkmış, bunun üzerine Zekâi Dede âyîni Isfahan makamından bestelemiştir.
Âyîn boyunca hep aynı makamda seyreden eserler bulunduğu gibi, muh¬telif makam geçkilerinden sonra giriş makamında karar edenler veya değişik bir makamda kalanlar mevcuddur. Güf¬teler ekseriya Mevlânâ’nın şiirlerinden seçilmiş olsa bile, diğer Mevlevî büyükle¬rinin Türkçe güftelerinin de kullanıldığı vâkîdir.
Eski âyînlerin bir kısmı unutulmakla beraber, zamanımıza intikâl edenlerin sayısı altmışın üstündedir. Bunların nasıl dervîşâne bir hisle bestelendiğini göstermek maksadıyla yukarda bahsi geçen İs¬mail Dede Efendi’nin bu husustaki beyânını sadeleştirerek nakledelim. Dâhi bestekârımız 1832’de Bestenigâr makamından vücûda getirdiği âyîn-i şerîf için şunları söylüyor: "Bütün derviş kardeşlerce bilinmelidir ki, bu hakîr kula gerçi yedi âyîn-i şerîf tertîb etmek nasîb oldu. Lâkin her beytin ter¬tibi sırasında sanki bu nâçiz kulun dilinden Hz. Pîr Efendimiz söylerdi. O kadar ki, elinde birşey kalmamış müflise benzeyen bu bîçâre, sessiz ve kudretsiz bir hâlde, okunan âyînlerin beste ve makam seyirlerinde zerre kadar katkım olmayıp, hepsi de, elimden tutan Hz. Mevlânâ Efendimizindir". İhlas ve samîmiyetle yazılmış bulunan şu cümlelerden anlaşılacağı gibi, bu âyînler manevî bir rabıta ile bes¬telenmiş olmalıdır. İlâhî bir vecd hâli sayılan semâ’ için Mevlânâ’nın ney ve kudümü kâfi bulduğu, onun: "Ney kuru, değnekler kuru, kudüm üstüne gerilmiş deri kuru... O hâlde bu ‘Allah’ sadâsı nereden geliyor?" mealindeki beytinden anlaşılır. Bunun farkında olamayanlara hitaben Mevlânâ hayranlarından Müderris Ferid Kam (1864-1944) merhumun yazdığı şu zarîf nükteli kıt’ayı nakletmenin, işte burası tam yeridir:
Sırr-ı nây ü kudümü anlamayan Kafana "dümbelek" desem, yeridir. Bak, bu mebhasde şâk idi söfî. Sana ondan "eşekk" desem yeridir! (Ney ve kudüm sırrını anlamayan kafana dümbelek desem, yeridir. Bak, bu mes’elenin gerçekliğinde sofu şüphecidir; lâkin sana ondan daha şüpheci de¬sem caiz olur!)
Şunu da belirtmeliyiz ki, san’at gayretinin gâlib geldiği son devirlerde tan-bur, kânun, keman gibi sazlar da âyînde refakat için kullanılan âletlere dâhil edilmiş; rebâb, istenilen her sesi çıkarabilecek bir bünyeye sâhib olmadığından, yerini zaman zaman kemençeye bırakmıştır. Mevlânâ’nın eserlerinde adı geçen ve küçük bir arp’ı andıran çeng’in şeklini de ancak eski minyatürlerden öğreniyoruz. Faaliyetleri boyunca birer konservatuar olmak vasfını muhafaza eden Mevlevîhânelerde Türk mûsikîsinin sâdece dînî şekliyle uğraşıldığı sanılmamalıdır. Dînî eserlerin dışında kalan klâsik üslûbda bestelenmiş parçaların bir çoğu da bu dergâhlarda yetişmiş san’atkârlara âittir.

Yazarın Diğer Yazıları