KONYA VE ANADOLU’DA ÇİNİ ve LÜLECİLİK SANATI

Tarihler, 16. Yüzyılın sonu, 17. yüzyılın başında Osmanlı toplumlarının yeni bir iptila ile çalkandığını gösteriyor: Bu iptila, payitaht İstanbul'la ve oradan da hemen her tarafa, dini resmi belgelerde "duhan" (duman) adıyla geçen tütün ve tömbeki tiryakiliğidir. Bu tiryakilik öylesine bir iptila halini almış olmalı ki devrin bir ozanı "Lezzet ü talmı dühanın şehd ile şekkerde yok" dizesiyle tütünün içiminin ve tadının ne balda ne şekerde olmadığını ileri sürmüş. Din adamları ise fetvalarla tütünü bir "bid'at", bir "haram", bir "tahrimen mekruh". "bir "mekruh", "bir "mubah" ilan etmişler; padişahlar fermanlarla yasaklamışlardır. Ne var ki IV. Muradı'n (1623-1640) tütün içenleri idam ettirmesi bile iptilayı önleyememiştir. 

 

Bu konuyu merak edenler, Katip Çelebi'nin Mizanü'l- Hak fi İhtiyarül-Ahak (En doğruyu seçmek için Hak terazisi) adlı kitabını okumalıdırlar. Yazar, bu eserinin "duhan bahsi"nde, tütünün gelişini, yayılışını, yasaklanışını, Sultan Murad'ın uyguladığı cezaları, ulemanın fetvalarını özetledikten sonra "-Kişi kendisine yasak edilen nesnenin daha çok üzerine düşer! Dediklerince tütün içmeye de hırsı ve rağbeti artıp bu suçtan ötürü nice bin adam yokluk ülkesine gönderildi." Der. Sultan Murad'ın Bağdat seferine giderken kimi kez bir konak yerinde askerin ileri gelenlerinden on beş yirmi adamı tütün içmek suçuyla getirtip önünde işkencelerle öldürttüğünü; yine de kimilerinin yeninde, kimilerinin cebinde kısa çubuklu lüleler taşıyıp fırsat buldukça içtiklerini, Gazi Murad Han'ın yasaklaması ve şiddet zamanında "halkın nicesinin de lülelerle içmeye yol bulamayıp yaprağı dövüp burnuna çekerek nefislerini körelttiklerini, lakin sonradan çekinmeden içilir olduğunu" yazmaktadır. Sonunda Şeyhülislam Bahai Efendi "helaldir!" fetvası verince hem tütün ve tömbeki revaç bulmuş, hem de lüle yapanlara gün doğmuş. 

 

O zamanlar tütünün sigara biçiminde kağıda sarılarak içilmesi henüz bilinmediğinden "tömbeki" denilen kıyılmamış tütün nargile ile, kıyılmış tütün de çubukla içiliyordu. Her iki aygıtta da içine tütün konulup yakılan ve küçük bir fincanı andıran, "lüle" denilen ateşlikler kullanılıyordu. Bu ateşliklere lüle adının, o zamanlar, su dağıtımında ölçü olarak kullanılan pişmiş topraktan lülelerle benzerlik kurularak verildiği anlaşılmaktadır. Lüleci toprağı denilen özel bir kilden yapılan tütün lüleleri, içi boydan boya delik olan çubuğun ucuna takılıp içine tütün basılıyor ve çakmakla yakılıp pipo gibi içiliyor; nargilelerde ise lüleye basılan tömbekinin üstüne ateş konuluyordu. 

 

Çubuk ve nargile ile tütün içimi yaygınlaşınca lüleye duyulan gereksinim de artmış ve bu, Osmanlı zenaatlerinin en sonuncularından olan lüleciliğin ,doğmasına olanak sağlamıştır. Lüle yapan ustaların, yeni formlar ve yapım teknikleri geliştirerek lüleciliği bir toprak sanatına dönüştürmekte gecikmedikleri anlaşılıyor. Bu yeni sanatın merkezi ise İstanbul'da,lülecilerin bir sıra atölye ve dükkanlarının bulunduğu Tophane semti olduğundan "Tophane lüleciliği", toprak zenaat ve sanatlarının özgün bir dalı olmuştur. 

 

Tophane lülecileri, Lüleciler çarşısı denen bir arastada, ayrıca ayni semtteki müstakil dükkanlarda çalıştıkları gibi, İstanbul'un başka semtlerinde, başka kentlerde de lüleciler vardı. Ancak "Tophane işi" denilen lüleler, malzemeleri, yapiliş teknikleri, özellikle de sanatkarane formları ve desenleriyle her yerdekinden farklıydı. Tophane lülecileri yalnız lüle yapmaz; tütün kasesi, yazı hokkası, fincan, şekerlik vb küçük evani de yaparlardı. Musahipzade Celal, 1946'da yayınlanan Eski İstanbul Yaşayışı adli yapıtında, günümüze izi kalmayan ve bulunduğu yer cadde olan Lüleciler Çarşısını şöyle anlatmaktadır: 


Yazarın Diğer Yazıları