Aranıyorsan cevap ver

Eskiden mektup yazmak bir gelenekti. Bu iş sevilerek yapılırdı. Hele tebrik kartlarının lezzeti bir başka idi. Okuma-yazması olmayanlar, okur-yazar birine özenle mektup yazdırırdı. Genellikle şöyle başlanırdı: “Derun-i dilden can-u gönülden pek muhterem…” Sonuna gelindiğinde kestane kebap, acele cevap beklerim" diyerek noktalanırdı.

Zarfa dikkatle, buruşturmadan katlanıp konulur ve ertesi gün en önemli iş olarak postaneye gidilerek pul alınır ve dille ıslatıldıktan sonra da yapıştırıldı. Ve her gün iple çekilir, gelen postacıya “bana mektup var mı?” Diye sorulurdu. Olmadığı söylenince buruk bir hissin üzüntüsüyle, yerini yeni bir umuda bırakırdı. Mektup geldiğinde ise özel bir evrak gibi saklanırdı. İşte bu duyguları bire bir yaşamış biri olarak her hatırladığımda, tatlı bir tebessümün heyecanını hala yaşarım.

Bugünlerle kıyasladığımda aralarında dehşet bir uçurumun olduğunu görüyorum. İnsanlar, bırakın mektup yazmayı, telefonlarına gelen mesajları dahi okumaya üşeniyorlar hele bırakın mesaj yazabilme isteğini… Zaten mesajlar bile kişiye özel değil, toplu mesajlar şeklinde gönderiliyor. Bu tarz gelen mesajlar bana özel olmadığı için çok ruhsuz geliyor. Neden? Diyorum kendi kendime ve soruyorum!

“Acaba bizi bu samimi duygulardan uzaklaştıran haller neydi? Ertesi gün postaneye gitme isteğinin heyecanını yaşayanlar, bugün neden küçük bir mesajı dahi en sevdiklerine çok görüyorlar? Telefonları durmadan çalmalarına rağmen neden açmıyorlar? Madem açmayacaktın, neden taşıyorsun cebinde? Gösteriş için mi? Yoksa aranıldığında çok meşgul ve önemli bir kişi olduğunu mu ima ediyorsun?”

Böyle yapanlara sözüm! Derim ki: “Bak! Bir gün Allah( cc) her şeyini ters-yüz eder ve arayacak duruma düşersin de, kimse telefonunu açmaz. O zaman geçmişte aynını yaptıklarını hatırlar mısın? İki cihan Resulü, kendine gelen kimi çevirmiş? Kime kapılarını kapatmış? Allah Resulü’nün seçkin sahabelerinden Abdullah İbn- Ümmi Mektum’u bilirsiniz. Hani gözleri hiç görmediği halde, peygamberimize bile vekillik yapmış büyük insan…

Rasûl-i Ekrem Kureyş'in ileri gelen müşrikleriyle konuşuyordu. Onlardan hiç olmazsa birisinin İslam'ı kabul etmesi için adeta çırpınıyor, hepsiyle ayrı ayrı ilgileniyor ve hiç bıkıp usanmadan onları dinliyordu. Tam bu sırada İbn-i Ümmü Mektum yanlarına geldi: “Ya Rasûlallah bana Kuran oku!" dedi.

Peygamber'in telaşı ve heyecanı fazladır. Âmâ sahabesini adeta duymuyor. İbn-i Ümmü Mektum, ricasını üç kere yineliyor. Peygamberimizin canı sıkılıyor ve sahabesinin kendini çok önemli bir işten uzaklaştırdığını zannederek yüzünü asıyor ve onun yanından çekiliyor... Yüce Allah, her şeyi görüp bilmektedir. Sevgili Habib'ini ikaz etmek için hemen Abese Suresi'ni inzal ediyor:
 
"Yanına âmâ bir kimse geldi diye Peygamber yüzünü asıp çevirdi. Ey Muhammedi Ne bilirsin, belki de o arınacak ve öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda verecekti. Ama sen kendisini öğütten müstağni gören kimseyi karşına alıp ilgileniyorsun. Onun arınmak istememesinden sana ne? Sen neden Allah'tan korkup da sana koşarak gelen kimseyle ilgilenmezsin?"

İşte burada sözü noktalamak istiyorum. Arkadaş! Aranıyorsan cevap ver. Demek ki mühimseniyorsun. Seni mühimsemeyenlerin aramasından sana ne?
Selam ve dua ile…


Yazarın Diğer Yazıları