Editörden

    Editörden… (yusufkoctr@hotmail.com)

    Efendim! Düşünüyordum! Acaba bugün ne yazsam diye ki, telefonum çaldı. Açtım telefonu, karşıdaki sese cevap verdim. Karşımdaki sürekli gülümseyen bir sesle konuşuyordu. Ben dinliyordum! Aslında sesi analiz etmeye çalışıyordum. Zaman zaman bu tarz telefonlar herkese gelebilir. Karşı sesin, aradığı kişiye güveni olmasa zaten bu şekilde konuşmaz. Bunu bildiğim için sabırla dinledim!
    Baktım, olacak gibi değil: “Kusura bakmayın! İlk konuşmanızdan şu ana kadar olan kısmında sesinizi bir türlü çıkaramadım! Kiminle görüşüyorum acaba?”  Dedim, gülmeye başladı. “Aşk olsun Hocam! Beni nasıl tanımazsın, şöyle bir yirmi yıl kadar geriye git bakalım!”
    Yirmi yıl geriye gittim. Kendimi İstanbul’da buldum. İstanbul büyükşehir… Üstelik o kadar çok tanıdığım var ki… Yayıncılar, sahaflar, sinemacılar, radyocular, tiyatrocular, politikacılar, televizyoncular ve hatta Yeşilçam… Bir de bizim mahallenin bakkalı, kasabı, manavı, terzisi, berberi ve saire, ve saire…
    N’olacak şimdi? Bir bilmecem var, acaba nedir, nedir? Yahu daha bilmecenin sorusunun ne olduğunu bilmiyorum ki cevaba hazırlanayım. “Anlaşıldı, bilemeyeceksin! Ben Murat!” Dedi karşımdaki ses… O anda sanki Amerika’yı yeniden keşfetmenin huzuru var içimde! Ne alaka? Amerika zaten keşfedilmiş ama öylesine girift bir durumdayım. Haleti ruhiye mi anlayın diye böyle dedim.
    Neyse ben de gayriihtiyarî: “4.Murat mı?” Demişim. Gülmeye başladı Murat… “Yerinde espriydi Hocam! Ben Konya’dayım.” Uzatmayayım buluştuk Murat’la... İkisi bayan bir de baydan oluşan üçte arkadaşı vardı yanında… İşleri için Konya’ya gelmişler. Alâeddin Tepesinde koyu bir sohbet başladı.
    Neşeli bir delikanlıydı Murat... Çokta severdim kendisini! İstanbul’da iken bir dönem altı kişiyle birlikte işimiz gereği aynı evde kalmıştık… Dakikalar birbirini kovalarken hiç susmak bilmiyordu hatıralarımızı anlatacağım diye… Masadakiler çaresiz dinlemek zorundaydılar. Galiba beni onlara çok önemseyerek anlatmış ki; Onlarda bana saygı olsun diye susuyor, zaman zaman gülümseyerek dinliyorlardı.
    Anlattıklarını ilgiyle dinliyordum! Çalıştığımız yayıncılık şirketinde sesli yayınlar müdürlüğü yapıyordum o yıllarda… Bir gün Murat, Şeref ve Cengiz ismindeki üç kişi memleketimiz olan Sivas’a gitmeye karar verirler. Bu durum beni çok mutlu eder. Çünkü gençler, İstanbul’un eğlencesine kendilerini fazlasıyla kaptırmış, memleketteki ailelerini aramaz olmuşlardı.
    Gitmeden önce Murat’a: “Bana Sivas’tan bir penisilin şişesi içerisinde toprak getirin!” Dedim. Çok şaşırdılar! Fazla da ısrarcı olmadan “Peki” diyerek yola koyuldular. Memleket dönüşünde penisilin şişesi içerisine toprak koyarak almış gelmişlerdi… Topladım diğer beş kişiyi ve onlara dedim ki: “Arkadaşlar! İşinize başlarken besmele çekiyorsunuz ya? Hah! Çektikten sonra odama gelip bu toprağa bakıp ondan sonra işinize başlayacaksınız! Tamam mı?” Diye emir verdim.
    Onlar da “tamam” diyerek işlerinin başına döndüler. Aradan bir ay geçti. Bir ay boyunca penisilin şişesindeki toprağa bakıp durdular. Yavaş yavaş bıkkınlık geldiğini seziyordum gençlerde ama sonucu görmek istiyordum. Nihayet Şeref patladı: “Hocam! Daha egolarınızı tatmin etmediniz mi?” Diye sordu. Artık zamanı geldi diyerek diğer beş kişiyi çağırttım!
    Dirsek teması karşıma dizilen gençlere: “Sizde mi Şeref gibi düşünüyorsunuz?” Diye sordum. Anlaşmış gibi beşi de aynı şeyi söyledi: “Evet!” Biraz sustuktan sonra: “Arkadaşlar! Bu şişedeki toprak, size üç şeyi hatırlatmalıydı. Birincisi ölümü, ikincisi sıla-ı rahimi, üçüncüsü topraktan geldik ve toprağa döneceğimizi! Demek istediğimi anladığınızı umuyorum! Mesajım size ulaştığına göre, bu şişenin artık masamda yeri yoktur!” Diyerek şişeyi kırdım…
    İşte bu kısımda Murat gülmeye başladı: “Hocam! Yirmi yıl aradan sonra bir şey itiraf edebilir miyim?” Dedi. Bende yüzüne baktım aval aval! O devam etti: “Biz o toprağı Sivas’tan değil, Sultanahmet’in bahçesinden almıştık!”
Selam ve dua ile…


Yazarın Diğer Yazıları