Editörden

    Bugünlerde her ne hikmetse yıllar öncesinden tanıdığım kişilerden bir bir telefonlar gelmeye başladı. Malum dünkü yani 4 Temmuz tarihli köşe yazımda Murat diye birinden bahsetmiştim. Tam yirmi yıldır görüşmediğim birinden… Okuyanlar bilir, köşe yazıma bu olayı taşıdığımda ilginç ve bir o kadar da ibretlik yazı çıktı.
    Hemen akabinde beni yirmibeş yıl geriye götürecek bir telefon daha geldi. “Hayırdır inşallah!” Diyerek açtım telefonu… Bu kez yirmibeş yıl geriye gittim. O yıllarda memlekette Kültür Bakanlığına bağlı Atatürk Kültür Merkezinde Tiyatro Birim Başkanlığı yaparken, yediden yetmişe binlerce öğrencim oluşmuştu.
    İşte bunların arasından henüz yedi yaşlarında iken çocuk tiyatrosu derslerime katılan Yunus isminde bir çocuk… “Beni hatırladın mı Hocam?” Diye soruyordu. Tarafımca yazılan “Yedi Cüceler Devler Ülkesinde” isimli oyunda “uykucu” rolünü üstlenmiş. Pasif bir roldü. Sadece oyun boyunca sahnede uyuması gereken bir rol… Yunus’ta bu çekinliği ve pasifliği mi gördüm de bu rolü verdim hatırlamıyorum!
    Beni şaşırtan şey ise bu çocuğun yıllar sonra Güzel Sanatlar Lisesi ve Üniversiteyi okul birincisi olarak bitirmesiydi. Tabi bütün bunları onu dinlerken öğreniyorum. Diploma töreninde herkesi ağlatan bir konuşma yapar Yunus… Şöyle der:
    “Yıllar önce bir tiyatro hocam vardı. Saflığı, yürekliliği, dürüstlüğü, çalışkanlığı, başarıya giden her yolu ve hayata dair her ne varsa ondan öğrendim. Tam aksine diğer hocalarımdan tüm okul hayatımda ben sadece bana gösterilen ders konularını bildim. Onu sınıf olarak bir kere üzmüştük ve bir daha üzmemek için çok çalıştık. Başardık ta ama o görmedi. Bilmiyor da… O üzdüğümüz günü hiç unutamam! O kadar kırılmasına rağmen hiç birimize “of” bile demedi.
    O gün, hastanede kaldı. Hepimiz ağlamıştık! Çocuk yaşımıza rağmen hatamızı anlamıştık ama geri dönüşü yoktu artık. Çocuk yüreğiyle Allah’a dualar ettik, “Hocamızı bize geri ver” diye…
Ertesi gün sınıfa girdik, umutsuzca bekliyoruz. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor. O yaramazlığımızdan eser kalmamıştı. Kimsenin şaka yapacak, şaka kaldıracak hali yoktu. Birden ilginç bir şey oldu. Yusuf Hocamız sınıfa giriyordu hem de gülümseyerek… Bir alkış tufanı koptu sınıfta…
    - Oturun arkadaşlar! Dedi. O, hep öyle derdi. Biz, çocuk olmamıza rağmen arkadaşlar derdi. Gitti, kürsüdeki sandalyesine oturdu. Tek tek hepimizin üzerinde göz gezdirdikten sonra, o koskoca adam sesli bir şekilde ağlamaya başladı. Yine ne yapmıştık, anlayamadık! Sonra bir arkadaşımız ayağa kalkıp: “Hocam! Yine ne yaptık? Şimdi neden ağlıyorsun?” Diye sordu.
    -Daha ne yapacaksınız keratalar! Diyerek sesini yükseltti. Birden sıralara gömüldüğümüzü hatırlıyorum! Hocamız devam etti: “Baksanıza, sınıfı botanik bahçesine çevirmişsiniz?” Dedi. “Bu çiçeklerle mi gönlümü alacaksınız? Yetmez! Anladınız mı, yetmez!” Diye tekrar bağırdı. Normalde hocamız hiç yüksek sesle konuşmazdı ama o gün ilk defa konuşuyordu.
    Yine bir arkadaşımız tüm cesaretini toplayarak ürkek bir şekilde ayağa kalktı: “Peki Hocam! Ne yapmalıydık? Kendimizi size başka türlü nasıl affettirebilirdik, söyler misiniz?” Deyince çok rahatlamıştık. Çünkü o arkadaşımız hepimizin adına adeta duygularımıza tercüman olmuştu.
    Hocamız ayağa kalktı. Yürümeye başladı. Aralardan geçerken her birimizin saçlarını okşuyordu. Hiç konuşmuyordu. Sanki sınıfta hiç kimse yokmuşçasına bir sessizlik hâkimdi. Sonra kara tahtanın önüne gelip bir süre daha baktı hepimize… O merhamet dolu, insan sevgisi dolu olan Hocamız, yavaş konuştuğunda bile gür çıkan sesiyle:
    - Bana çiçek getirmeniz değil, sizlerin eksiksiz olarak sınıfa gelmeniz önemlidir. Çünkü her biriniz bana çiçekten daha kıymetlisiniz. Sizler yaramazlığı yaşınız gereği yapıyorsunuz ama ben yaşıma rağmen sabır göstermeyi bilemedim. Özür dilerim hepinizden… Burada öğrendikleriniz, hepinizi yarınlara hazırlayacak biliyorum! Sizlerde öğretmen olacaksınız. Sizlerinde öğrencileri olacak biliyorum! Ama benim size davrandığım gibi davranmayın onlara olmaz mı? Anlamaya çalışın onları! Tiyatroda aldığınız dersler, hayatın genelidir. Başarabilmenin ilk adımıdır. Sizlerde başaracaksınız!” Dedi ve hemen dersine döndü.
    - Hatırladın mı Hocam, bütün bunları? Ben başardım! Seni utandırmamak için…
    Ben yine ağlıyordum! Fakat sessiz çığlıklarla! Bu kez de Yunus duymuyordu beni…
    Köroğlu Efsanesi
    Köroğlu, Bolu'da yaşamış bir Türk halk ozanıdır. Bolu'nun Dörtdivan ilçesindendir. Bu isimle yazılmış Köroğlu Destanı da vardır. Köroğlu, 16. yüzyıl Halk şairlerimizden olan Köroğlu’nun doğum ve ölüm tarihleri de bilinmiyor.
    III. Murat zamanında (1574-1595) Osmanlı ordusuyla İran savaşlarına katıldığı (1578-1584) bilinmektedir. Bolu Beyi'nden babasının intikamını almak üzere dağlara çıkan, yiğitlik ve iyilikseverliği destanlaşan isyancı Köroğlu ile şair Köroğlu halk zihninde kaynaşmış durumdadır. Aslında çok daha eski bir efsane ve taşıdığı mitolojik unsurlar böylece tarihteki gerçek bir kişiye atfedilmiştir.
    Köroğlu; halk şairlerimiz içerisinde kavganın ve özgürlüğün sembolüdür. Şiirlerinde coşkun bir seslenişle yiğitlik, dostluk, aşk, doğa sevgisi çok sade bir dille anlatılır. Bu şiirler, hikâyeci âşıkların nesirle anlatılan hikâyeleri arasına serpiştirilmiştir. Yirmi dördü bulan bu hikâyeler, Türklük dünyasına yayılan bir Köroğlu destanının doğuşunu hazırlamıştır.
    Köroğlu aslında eski bir asker ve sonradan dağa çıkan bir Celali eşkıyasıdır. Bu adı (belki de bir mahlas olarak) eski Türk destanlarındaki bir kahramandan almıştır. Asıl adı Ruşen’dir. Köroğlu; yiğit, adaletli, inançla dolu ideal bir insan profilidir. Azerbaycan’da çok yaygın olan "Koroğlu Efsanesi" ("Kor", Azeri dilinde kör demektir) ile büyük oranda benzeşir.
    Köroğlu destanı Anadolu Türklüğünün yüreğinde yaşayan tutkularla, isteklerin, değerlerle inançların sembolüdür. Bu destana göre Köroğlu'nun asıl adı Ruşen Ali'dir. Babası Yusuf, Bolu Beyi'nin seyisidir. At meraklısı olan Bolu Beyi, seyisi Yusuf'u cins bir at almaya gönderir; fakat Yusuf'un getirdiği tayı beğenmez, adamın gözlerine mil çektirir. Yusuf tayı ve oğlunu alıp memleketten çıkar.
    Ruşen Ali, babasının tarif ettiği tarzda, tayı karanlık bir ahırda besler. Tay, belli bir zaman sonra eşsiz bir küheylan olur.  Bolu Beyi'nden intikamını alacaktır. Ruşen Ali Kır atı ile birlikte dağa çıkar. Köroğlu diye ün alır, bir derebeyi gibi yaşamaya başlar, her savaşta üstün gelir. Beylerden, paşalardan aldıklarını yoksullara dağıtır. Delikli demir (tüfek) icat olunup da eski yiğitlik gelenekleri bozulunca, arkadaşlarına dağılmalarını tavsiye eder, "sır olur", Kırklara karışır.

    Benden selâm olsun Bolu Beyi’ne
    Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
    At kişnemesinden, kalkan sesinden
    Dağlar seda verip seslenmelidir
 
    Düşman geldi tabur tabur dizildi
     Alnımıza kara yazı yazıldı
     Tüfek icat oldu mertlik bozuldu
     Eğri kılıç kında paslanmalıdır.
 
    Köroğlu düşer mi eski şanından
     Ayırır çoğunu er meydanından
     Kırat köpüğünden düşman kanından
     Çevrem dolup şalvar ıslanmalıdır
 
    Bir efsaneye göre Köroğlu'nu tek Yenebilen kişi Kiziroğlu Mustafa Bey'dir. Bunun üzerine aşağıdaki türküyü yazar.

     Bir atı var Ala Paça, peh peh peh
     Mecal vermez Kırat kaça, hey hey hey
    Az kaldı ortamdan biçe…
    Ağam kim, Paşam kim, Nigar kim, Hanım kim,
    Kiziroğlu Mustafa Bey, bir beyin oğlu, Zor beyin oğlu


Yazarın Diğer Yazıları