SANATTA EVRENSEL BOYUT

Sinema bilindiği üzere; sinematograf biliminden kaynaklanan bir olayın hareketli, sesli, doğrudan insan beynine hitap eden perdeye veya ekrana yansıyan iletişim aracıdır. Tarihçesine girmek istemiyorum. Zira insanlar, icat edilen teknolojik ürünleri olduğu gibi kabul ediyor ve geçmişini, nedenlerini araştırmadan kullanımına alıyor ve sineye çekiyor.

Ancak burada karşı olduğumuz gelişen teknoloji değil; onu hangi maksatlar için kullanıldığıdır. Zira sinemanın kelime kökenine baktığımız da; yürek yakan veya uyuklama anlamına geldiğini görüyoruz. “İnsan ancak düşündüğünü farkederse ayağa kalkar” diyen Aleix Carrel, aslında iyi bir noktaya parmak basmış... Acaba Türk Sineması bunu ne kadar başarabilmiş?

Belki mali getirileri veya yüreğine milli ve manevi sevgiyi biraz olsun yerleştiren yapımcılar, milli sinemaya dönüş yapınca; bazıları tarafından bir öcü olarak görüldü. Bu olay adeta yeni bir çığır açmış gibi oldu. Fakat gelişen ve ilerleyen zaman içinde, çoban yıldızı misali göz kırpmasına rağmen, çok çabuk eridi, kayboldu. Peki, sonra ne oldu? Ne olacak? Taze bir kan bekleyen hasta gibi yatıyor.

Seyirciye soruyoruz: ”Türk Sinemasını beğeniyor musunuz?” Diye.  Duygusal olarak evet, teknik olarak “Hayır” cevabı gelirken bir de yüzlerinde anlamlı bir gülümseme beliriyor. Buna rağmen yine de daha çok bu filmler, yabancı filmlere nazaran tercih ediliyor. Ki, bu yerli düşüncedeki anlayış, müzikte de aynı... Dedik ya, duygusal açıdan…

Yetmişli yılların ikinci yarısından itibaren gözlerini Avrupa’daki Art House sinemalarına, aydın seyirciye ve festivallere diken ama genel olarak hüsrana uğrayan Türk Sineması; video piyasası devlet ve özel televizyonlardan gelen kaynakların kesilmesiyle ilgisini yıllar sonra ilk kez popüler sinema seyircisine çevirdi.

   1980 yılından sonrası; sinema anlayışında farklı biçimlemeler ve bakışlar gelmiş ama nasıl?  İşleyiş açısından, kaliteye verilen bir değer yargısı bu. Ancak toplumun ahlak anlayışına, folklorik yapısına, tarihin derinlerine ve gerçeklerine ters düşebilen çizgileri, farklı yaşamları da getirebiliyormuş (!)       Sinema adına nereye gidiyoruz? Tabi ki Amerika sinema çizgisini, sinema görselliğinde bir şölene çevirmeye...

 

Sahi, inançlarımıza, peygamberimize saldırıyorsa? Kültürel geleneklerimizi dejenere ediyorsa?

Aman efendim, iş mi yani? Oskar’ı alan, sinema tarihine geçmiş. Şimdi sırası mı bunun? İnançmış, kültürmüş! Hangi çağ da yaşıyoruz? İnsanlık, sanatta evrensel boyutu yakaladı, sen kalkmış...(?!)

 

Görelim Mevla neyler...

 

Selam ve dua ile…


Yazarın Diğer Yazıları