ŞEHİDİM!

Gözlerim semanın derinliklerinde kayboldu yine… Mavilikler terketmiş yerini gri bulutlara… Güneş kaçmış fersah fersah… Belli ki bulutlar ağlamaya başlayacak… Sağanak sağanak yağacak rahmet yağmurları… Sevdası, sin’den uzanan ukbaya, aşkı maveraya… Vuslatı, göndere çekilmiş bayrağın rengine… Gönlü ise toprağına, taşına, kekik kokan dağlarına…
Dün kurbanlık kuzu gibi yetiştirmişti de kınalamıştı ya ninem, salıvermişti havanların üzerine… Bugün hala damarlarından akan asaletin rengi yine kınalı ama keleşlerin altına kuzum… Bilirim ki sen, bu topraklar için toprakların bağrına düşmek istersin! Ben senin bu aşkına aşığım kınalım! Senin Havz-ı Kevser gibi akan, tuba dalları gibi kokan vurulmuş iman tahtana, cennete açılmış pencerene kurbanım!
Parmaklarım, duygularım, tuşların üzerinde bir ahengin yediveren gökkuşağını mı anlatır? Yüreğime inceden bir sızı inmiş de; senin adına, senin yerine, senin aşkına kabaran hislerim bir delta misali Niagara’yı çatlatırcasına akarken, ruhumun gözyaşlarını moleküllere ayırıyor. Bırak ayırsın! Bırak, biraz da ben düşüneyim! Tertemiz değerlerimin uğruna nefessiz kalmayı…
Anlamsız kalıyor, gönül sarayımın sınırları içine gökdelenler dikmek… Sen, secde yerinden arzın en dibine kök salarken yeniden yeşermek için… Anlamsız kalıyor nefsimin amaçsız istekleri… Gülmek bir yana tebessüm edemiyorum! Bedenim kaskatı, utanç duvarı gibi… Bana ne, gülebilmeyi yaşam sananlardan… Bana ne, kanlı elleri kınayıp ta bir tek tüyünü kıpırdatmayan zalim ruhların ağzı salyalılarından… Bana ne!
Bu kutsal toprakların her zerresinde, her tozunda nefes alabiliyorsam, göklerin ak duvaklı, kırmızı gelinlikli ve düğün gününü bekleyen şeb-i arus’um olan sensin! Benim açlığıma lokma, çıplak çizgilerime sansür, meleklerin gıpta ettiği hayâ sensin! Aramıza girse de kabrinin mermer taşları, senin mis kokunu solurum ben! Bir bir çoğalsanız da, kokunuz ozonu delse de; yine günışığı sıvazlar oradan… Yine dolunayın, çoban yıldızına selamı okunur ışıltısından…
Kahramanlık nedir, efsane nedir bilemedin ama yapıştı al bayrak sarılı salıncağına… Bir anacığın vardı gözünde büyüttüğün “helal et” dedin, “belki çıkmam sabaha”… Dürüldü gece, başladı yıldız kaymaları ay ışığında… Bir şimşek çaktı! Sendeledi dünya, deprem oluyor sandın! Hani alışmıştın ya! Korkudan sokakta sabahladığın günleri… Nedense şimdi korkusuzca, bekledin dört duvarı… Terk etmedin namusa zeval gelir diye, korkuya kafa tutarak…
Gülmesem de, ağlamıyorum! Biliyorum ki; kurtuluşa giden yolda sana dar gelmeyecek kabrin dikenli yolları yok! İrem’in bahçelerini sulayan, havz-ı dolduran senin mübarek kanın… Sen rüyaların karanlıklarını yırtarak gel! Ardından dökülen yaşlara bad-ı saba ol da gel! Ağlamasın analar! Dik dursun babalar! Gel de, hoş sâdâ bırak yüreklere… De ki:
“VATAN BÖLÜNMEZ”
Selam ve dua ile…


Yazarın Diğer Yazıları