TEPKİSİZ YAŞAMAK NASIL BİR ŞEY?

Tepkisiz yaşama acaba duyarsız olmaktır desek, yanlış yapmış olur mu? Neden olsun ki? Doğruya da yanlışa da hep tepkisiz kalıyoruz. Belki sebepleri vardır. Ya kırılmasın ya da bana dokunmayan yılan bin yaşasın misali…

Ünlü bir piyanist şehrin en büyük oteline ait restoranında, konuklara konser vermek için davet edilir. Konseri kabul eden piyanist bir muziplik düşünür ve henüz konser başlamadan önce düşüncelerini uygulamaya başlar. Konuklar gelmeden önce piyanonun tellerini çıkarır.

Ve davetliler geldiği andan itibaren büyük bir aşkla en güzel bestelerini çalmaya başlar. Hatta piyanonun tuşlarına dokunurken kendisinden geçmiş gibi pozlar verir. Ancak piyanonun tellerini daha önceden çıkardığı için haliyle hiç ses çıkmamaktadır.

Böylece iki saat geçer ve bu geçen sürede rolünü başarıyla sergiler. Konser bittikten sonra büyük bir iş başarmış gibi ayağa kalkar ve konuklarını selamlar. Restoranda bulunan herkes ünlü piyanisti ayakta alkışlar. Restorandan dışarı çıktığında basın mensupları neden böyle bir şey yaptığını sorarlar. Piyanistin cevabı çok ilginçtir:

- İnsanların tepkisizliğinin sınırını ölçmek istedim.
- Peki ölçtünüz mü?
- Evet, ölçtüm. İnsanların tepkisizliğinin sırını yokmuş.

Bize dokunmadığı sürece görmezden geldiğimiz, bana ne dediğimiz bir adım daha ileriye giderek bana dokunmayan yılan bin yaşasın dediğimiz zaman bin yıl yaşayıp beslenerek güçlenen ve daha da zorbalaşan yılanla mücadele etmek hiçte kolay olmayacaktır.

Başlangıçta bize dokunmayan yılan önce sevdiklerimize sonra bize zarar vermeye başlayacaktır. Lakin bireysel düşünüp bencil davranışlar sergilediğimiz için belaya biz musallat olduğumuzda bize yardım edecek bir tane bile dost bulamayabiliriz.

Bu da tepkinin doğru olan başka bir misalini verelim: Dördüncü Murad, çok sert bir padişah... Kendi taht zamanında içki ve afyonu yasak etmişti. Kurallara uymayan kim olursa olsun, en şiddetli bir şekilde cezalandırıyordu. Padişah sık sık kılık kıyafet değiştirerek sokağa çıkıyor, halkın arasına karışıyordu. Koyduğu yasaklara uyulmasını mutlaka isterdi.

Bir gün Murad Han, İran'a sefere giderken ordu dinlenmek için konaklar. Padişah da ava çıkar. Gece olup da karanlık bastırınca, en yakın kaleye gidip sığınmak ister. Kalenin kapısına gelir. Kapıda duran muhafıza emreder: “Kapıyı açın, içeri gireyim!” O devirde kalelere sadece padişah at ile girebilirmiş. Ancak muhafız kendisini tanımayınca, şöyle seslenmiş:

- Bre Ağa! Attan in, yürüyerek kaleye gel! Bu kale ağanın, beyin kalesi değil, Padişahın kalesidir! Öyle, her isteyen at sırtında buraya giremez! Bu mertçe cevap, Padişahın çok hoşuna gider. Muhafızın yanına gidip kendisini tanıttıktan sonra onu bir kese altın ile de mükâfatlandırır.

Selam ve dua ile…


Yazarın Diğer Yazıları