FEDAKÂRLIK ve FİŞMANLIK!

Hayatın içinde birçok pişmanlıklar yaşarız. Günahlarımıza tövbe, hatalarımızdan dolayı özür dileriz. Tabi ki bu durum hassas düşünceliler içindir. Sonradan pişmanlık zaten fayda etmiyor. Bu konuda iki ayrı fıkra anlatmak istiyorum. Bazen fıkralar daha kalıcı olabiliyor.

Densiz, patavatsız, kendini bilmezin biri bir gün Nasrettin Hocaya musallat olmuş. Hocayı kızdırıp, eğlenmek istemiş. Hocanın 27 yıldır elinden düşürmediği taş bademden yapılma vefalı bastonunu kırmış. Tabii ki Hoca emektar bastonundan mahrum kalınca çok üzülmüş.

Adama dönerek: — Yıllar boyu bana yoldaşlık eden bu baston benim elim gibi idi. Bence elim kadar önemli idi. Sen benim elimi kestin. Dilerim senin de ayağın kırılsın! Benim bu ilenmem elbette bir gün Allah katın-dayerini bulur, ayağın kırılır. Ama kırk gün, kırk hafta, kırk yıl, orasını intikamımı senden alacak olan büyük Allah bilir! Der.

Patavatsız adam Hocaya verecek cevap bulamaz. Kaba saba bir şeyler homurdandıktan sonra defolup gider. Birkaç adım atar, Hoca'dan biraz uzaklaşır, bu ara sendeleyip yüzükoyun yere kapanır. Bu düşüşün hızı ile sol bacağı kırılır.

Nasrettin Hocanın ilentisini hatırlayan ve Allah’ın gazabının yerine geldiğini gören patavatsız adam çok fazla korkar ve Hocaya yaptığına pişman olur. Hocaya durumu anlatır ve kendisini affetmesini rica eder.

Hocaya: — Efendi, hani sen bana ilenmenin etkisi kırk yıl veya en azı kırk gün olacağını söylemiştin. Hâlbuki bak, ilentiden beş dakika sonra ayağım kırıldı! Der. Bunun üzerine Hoca bu patavatsız adama:

—  Benim dediğim yine doğrudur. Senin başına gelen bugünkü ceza, bundan kırk gün evvel başka bir biçarenin daha canını yaktığından dolayıdır. Bizimki daha kırk gün sonra çıkacak. Kırk gün sonra, bu sefer de sağ bacağın bana ettiğinden dolayı kırılacak. Sense iki kırık bacağınla yerlerde sürüneceksin, der.

İkinci fıkramızda fedakârlık ve sonradan pişmanlık duymamak üzeredir. Savaşın kanlı günlerinden biri. Asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar.

Asker teğmene koştu:     - Teğmenim, fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim? "Delirdin mi?" der gibi baktı teğmen: -Gitmeye değer mi? Arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük olasılıkla ölmüştür bile. Kendi hayatını da tehlikeye atma. Asker ısrar etti.

Teğmen: - Peki, dedi. Git o zaman. İnanılır gibi değildi. Asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı koşa koşa döndü. Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Teğmen, kanlar içindeki askeri muayene etti. Sonra onu sipere taşıyan arkadaşına döndü:

- Sana hayatını tehlikeye atmana değmez, demiştim. Bak haklı çıktım. Bu zaten ölmüş!
- Değdi teğmenim, dedi asker hıçkırarak. Gene de değdi, çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak dünyaya bedeldi benim için. "Geleceğini biliyordum arkadaşım... Geleceğini biliyordum!" Diyordu.

Selam ve dua ile…


Yazarın Diğer Yazıları