OSMANLI VE DÜNYADA ZENAATTEN SANATA

Osmanlı cam sanatının 18. yüzyıldaki durumunda söz edilmek istendiğinde, bu işe gönül verenleri adeta yeni baştan örgütleyen III. Mustafa (1757-1774) akla gelir. Bir iş ve ticaret tutkunu olan, çarşılar, 

hanlar yaptırtan, piyasayı izleyen ve denetleyen bu padişah, İstanbul'daki cam ve şişe imalathanelerini, hatta onlarla birlikte, ateş fırınıyla iş gören örneğin kuyumcu potacılarını, çini ve fagfur atölyelerini, sırçalı, 

tuğla ve çanak çömlek imalatçılarını Tek- i tur Sarayı'nda ve çevresinde toplatmış; Tekfur Sarayı'nın içindeki kârhanenin dışında, Eğrikapı'ya doğru oluşan yeni çarşıdaki tüm dükkânların kiralar da III. Mustafa'nın tesis ettiği hayır vakfına bağlanmıştır. 

 

Ancak bu esaslı girişimin Avrupa'daki Sanayi Devrimiyle aynı zamana rastlaması bir şanssızlık nedeni olmuştur. Zaten öteden beri revaçta olan ve "Türk camı" adıyla ünlenen Venedik billurlarının, el işi Avrupa camlarının yerini bu kez yoğun biçimde fabrika üretimleri alınca, o yıllarda moda olan Avrupai tarzdaki köşk, konak ve yalılar Bohemya avizelerinin ışığına boğulmaya başlamış; Tekfur Sarayı'ndaki yerli işler de sönmeye yüz tutmuştur. 19.Yüzyıl ise, her bir objesi Osmanlı camcılığının onur simgesi denebilecek Beykoz işi eserlerin üretildiği son dönem olacaktır. 

 

Revzen veya kafa pencereleri

 

 Küçük cam parçalarıyla yapılan pencerelere Türkler "gözenek" derlermiş. Gel gör ki Selçuklular döneminde Farsça sözcükler benimsenince gözeneklin yerini, "günlük" anlamına gelen "rovzen" sözcüğü alıvermiş. Bu sözcük Anadolu Türkçesinde "revzen"e dönüşmüş; camilerle yüksek tavanlı mekanların, yukarı seviyede yer alan, nakış araları kurşun veya alçı kayıtlı olan vitray pencerelere de "revzen-i menkuş" denilmiştir. Halk dilinde ise yukarıdan daimi ışık sağlayan ancak açılmayan revzenlere "kafa penceresi" adı verilmiştir. 

Geçen yüzyıllarda revzen ya da kafa pencerelerine gereksinim duyulması ise, alt düzeydeki asıl büyük pencerelerin tabaka camların yaygınlaşmasına değin camsız olup kepenklerle kapatılmasındandı. Kışın ve soğuk havalarda pencerelerin kepenkleri kapatıldığında kafa pencerelerinden gelen ışıkla yetiniliyordu. Avrupa'da da Ortaçağ ve Yeniçağ boyunca aynı sistem geçerli olmuştur. 

 

Osmanlılardan önce, Artuklu ve Selçuklu sanatları içinde camcılığın da önemli bir yeri olduğunu, Selçukluların anıtsal yapılarında ve özellikle cami ve medreselerde, mekana ışık sağlayan açıklıklarda, "fil gözü" denilen desenli tarzda "şemsiye" camların kullanıldığı saptanmaktadır. Beyşehir gölü kıyısındaki Kubadabad Sarayı harabesinde bu renkli camların kırıklarına çokça rastlamıştır. 

 

Araştırmalar, önceleri basit birkaç renkli veya renksiz camin, alçıdan veya kurşundan kayıtlarla bir çerçeve içine tespiti suretinde yapılan kafa pencereleri yeterli olurken zamanla revzen işlerinin başlı başına bir sanat dalı olarak Avrupa'da ve Osmanlı mimarlığı içinde gelişme gösterdiğini, giderek Osmanlı yapılarının cephelerindeki en önemli simge haline geldiğini ortaya koymaktadır. Şu farkla ki Avrupa'da özellikle kilise ve katedral vitraylarında dinsel betimlemeler işlenirken Osmanlı cami revzenlerinde çiçek desenleri ve dinsel yazılar, saray ve konak revzenlerinde ise geometrik desenler tercih edilmiştir. Celal Esad Arseven, Sanat Ansiklopedisi adli yapıtındaki "cam" maddesi içinde "Türk nakişli camları" nin yapılışı yöntemlerinden birini özetle şöyle anlatmaktadır: 


Yazarın Diğer Yazıları