OSMANLI VE DÜNYADA ZENAATTEN SANATA

Sonuç olarak bütün buluntular, bugün şu ya da bu uygarlığa mal edilmeye çalışılan veya yeni sanılan yöntemlerin de çok eski çağlardan beri var olduğunu göstermektedir. Örneğin ilkçağ Anadolusunun kuyumcu ustaları, altın gümüş, tutya ve bakir üzerine kabartma, kalıpla çakma, telkari, burma, som döküm, savat, kakma, oyma, kaplama, yaldızlama... tekniklerini başarıyla uygulamışlardır. Antik çağ kuyumculuğunda, metal olarak altın gümüş kullanıldığı gibi, türlü alaşımlar, ayrıca fildişi, kemik, cam, kehribar ve bilinen bütün değerli taşlar da işlenmiş ve yerine göre kullanılmıştır. Dolayısıyla eski sanatları ve teknikleri şu ya da bu uygarlığa mal etmek yerine, ustadan çırağa sürüp gelen geleneklerle yaşatılan sanatların, farklı uygarlıklar ortamında yeni üsluplar kazandığını söylemek gerekir. Nitekim, eski kuyumculuk kültürlerinin ışığında yeni üsluplara yol açan, İstanbul merkezli Osmanlı kuyumculuğu da bu alana özgü ortamları, pratikleri ve kuyumculuk geleneklerini günümüz kuyumculuğuna devretmiştir. 

Saray ve kuyumcular

İstanbul merkezli olarak gelişen Osmanlı kuyumculuğunun öncelikle vurgulanması gereken bir özelliği, en üst düzeydeki ustaları ve imalatıyla doğrudan sarayla bağlantılı oluşudur. Bu düzeyi temsil eden saray kuyumcuları, kuyumcubaşı'nın başkanlığında ve Ehl-i Hiref- i Hassa bölükleri kapsamında idiler. Bunlar genellikle sipariş alarak saray için çalışırlardı. Saray kuyumcularının, halka dönük üretim yapan kuyumcular açısından konumları ise bu zenaatin üstatları sayılmaları, ayrıca ürettikleri yeni modeller, işleme teknikleri, yarattıkları motiflerle  de bir kademe aşağıdakilere esin kaynağı olmalarıydı. Diğer yandan sarayla kuyumculuk arasındaki bağlantıyı başka bir açıdan irdeleyen ve Babası Mehmed Zillî'nin saray kuyumcubaşısı olduğunu belirten Evliya Çelebi ise "Esnaf-i azim zergeran "(esnafın ulusu kuyumcular) dediği kuyumculugun, diğer zenanatlerden üstünlüğünü "padişahların mesleği" olmasına bağlayarak Yavuz Sultan Selim'in, Kanuni Sultan Süleyman'nın kuyumculuk öğrendiklerini vurgular. Burada sözü Evliya Çelebi'ye birakalım: 

"Bu kuyumcular esnafına şöhret veren Sultan Selim-i Ewel ve Sultan Süleyman Handır. Zira bu iki padişah da Trabzon şehri tahtgâhında doğmuşlar ve ikisi de kuyumculuk sanatını tahsil etmişti. Hatta, Unkapanı'nın iç yüzünde kuyumcu Rum Kostanta adlı bir kefere, Süleyman Han'ın üstadı idi. Bir kere bu Kostanta, Süleyman Şehzade'ye öfkelenip bin deynek vuram diye yemin eder. Sonunda Süleyman Han'ın validesi Kostanta 'ya bin altun verip cürmünü af etmesini rica eder. Fakat ricası makbule geçmeyip bin altunu Süleyman Han'a haddeden tel çektirip beş yüz çubuk tel ettirip beş yüz çubuk tel ile Şehzade Süleyman'ın ayaklarına iki kere vurup bin deyneği vurmuş olarak Şehzade Süleyman'ın kurtulmuş olduğu anlatılır. Hatta ben, o pîr kuyumcu Kostanta'yı birkaç kere görmüştüm.(...) Daha sonra Süleyman Han padişah oldukta kuyumcubaşılara iltifat olmak üzere Sakka Çeşmesini bina edip önüne de  bir havadar yerde bağlı bahçeli, camili hamamlı, çok sayıda odaları, hücreleri ve  uzun divanhane gibi, ortasında yol olan, iki tarafındaki kuyumcu tezgahlarında kalfaların çalışacakları hücreler ile arasta tarzında bir kârhane yaptırmıştı." Bu satırların devamında, Kanuni döneminde başlayan ve giderek gelenekleşen kuyumcu esnafı geleneklerini, başka hiçbir esnaf zümresinde görülmeyen teferruç adetlerini, kimi yıllarda Kağıthane'de toplana n kuyumcuların "Kanun-ı kuyumcu Süleyman Han üzere "on gün on gece, bazan yirmi gün cemiyet-i kübra" ettiklerini; taşra kuyumcularının da bir yıl öncesinden zergeran çavuşları salınarak Kağıthane teferrüçlerine davet edildiklerini, ancak hepsi gelemeyip aralarından, en saygın ve olgun olanları beşer onar bin kuruşlarla gönderdiklerini; kuyumculara özgü Kağıthane şenliklerine zamanın Osmanlı padişahının da mutlaka katıldığını, padişahın, sadrazam, şeyhülislam ve  


Yazarın Diğer Yazıları