Bir Yol Biterken Yenisi Başlar

Bu hafta çok uzaklara gitmeyeceğiz. Bir üniversite hayal edin, peşinden de bir fakülte binası. Fakültenin sınıflarından birine girin ve sıranın birine oturun. Şimdi asıl anlatmak istediğim konu için daha uygun bir durumdasınız.
Fakültede iletişim alanında eğitim verilsin. Yani o binanın adı İletişim Fakültesi olsun. Bu fakültede Gazetecilik, Radyo Televizyon ve Sinema, Halkla İlişkiler ve Tanıtım bir de Reklamcılık bölümleri okutulsun.
Gazetecilik sınıfında eğitim aldığınızı varsayın ve alanında uzman bir akademisyenin sorduğu sorulara, sınıfın vereceği acı ama gerçek cevapları dinleyin.
Soru 1 – Aranızda kaç kişi bu bölüme isteyerek geldi ?
Cevap : 90 kişilik sınıfta 35 kişi…
Soru 2 – Mezun olduğunuzda hangi kurumlarda istihdam alanınızın olduğunu bilen kaç kişi var ?
Cevap : 90 kişilik sınıfta 14 kişi
Soru 3 – Aranızdan kaç kişi bu mesleği yapmak istiyor ?
Cevap : 90 kişilik sınıfta 6 kişi…
Soru 4 – Meslek hayatınızda karşılaşma ihtimaliniz yüksek olan sorunları kaç kişi araştırdı ?
Cevap : 90 kişilik sınıfta 5 kişi…
Soru 5 – Günlük gazete alıp, takip eden, okuyan kaç kişi var ?
Cevap : 90 kişilik sınıfta 4 kişi…
Soru 6 – Aranızda kaç kişi akademik kariyer veya akademisyenlik düşünüyor ?
Cevap : 90 kişilik sınıfta 3 kişi…
Sorular ve cevapları uzayıp gidiyor. Ben lisans eğitimimi Gazetecilik üzerine aldığım için bu bölümden örnekler verdim. Başta iletişim fakülteleri olmak üzere, diğer fakültelerin bölümlerinde de durum aynı ciddiyetini koruyor.
Üniversitesi olmayan ilimiz kalmadı ancak biz maalesef her gencin üniversiteli olmasının bu ülkeye nasıl bir fayda getireceği konusu üzerinde fazla kafa yormamışız.
Geleceğine yönelik hedef koymayan bir nesle doğru ilerlerken, üniversiteleri ‘’yüksek lise’’ gibi algılayan gençlerimiz var. Sadece gençlere suç bulmakta doğru değil. Gelip, ’’lisede ders anlatır gibi ders anlatan’’ bazı akademisyenleri de pas geçmeyelim.
Eğitim konusunun üzerinde yıllardır bin bir emekle çalışıldığını görüyor ve uzmanları karar almadan  önce Çin düşünürü Lao Tzu’nun aşağıdaki hikayesini okumaya davet ediyorum.
Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama kral bile onu kıskanırmış. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, kral bu at için ihtiyara büyük bir servet teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. “Bu at, sadece bir at değil benim için; bir dost. insan dostunu satar mı?” demiş. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: “Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler.
İhtiyar: “Karar vermek için acele etmeyin” demiş. “Sadece at kayıp” deyin, “Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.”
Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmiş ve at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyara gidip özür dilemişler. “Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.”
“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz.”
Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ancak içlerinden “Bu ihtiyar sahiden saf” diye geçirmişler. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini sağlayan oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. “Bir kez daha haklı çıktın” demişler. “Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler. İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş.
“O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağını asla bilemezsiniz”
Birkaç hafta sonra düşmanlar hanedanlığa çok büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere gönderme emrini vermiş. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.
Köylüler, gene ihtiyara gelmişler. “Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer…”“Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar. “Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.”
Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış:
“Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Oysa gezmek asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.”

Yazarın Diğer Yazıları