İletişim İmparatorluğu

Tarih, Habil ile Kabil’den beri “ hak - batıl mücadelesi” dir aslında...

Çağlar, teknolojiler, devletler, isimler değişti; ama bu gerçek değişmedi.

Ortaçağ’ın surları toplara yenilince “şehir devletleri”  yerini güçlü “krallık ve imparatorluklara” bıraktı.

Bu krallık ve imparatorluklar “1789 Fransız İhtilali” nin “etnik kimlik ve duyguları öne çıkaran” anlayışı ile parçalandı. Osmanlı da bunlardan biriydi.

1. ve 2. Dünya savaşlarından sonra kurulan irili ufaklı “ulus devletler”, nüfuz bölgelerine ayrılarak süper güçler arasında paylaşıldı. BM ve yeni dünya düzeni kuruldu. Komünizm yıkılıp, soğuk savaş dönemi bitince dünya “tek kutuplu” Yahudi ve masonların nüfuzuna girdi. Savaş sanayii, basın, enerji, bilgisayar sektörü ve sermayeye hakim olan bu güç, çağın en etkili silahı teknoloji, iletişim araçları ve  ABD’yi kullanarak dünyayı yönetmeye çalışıyor.

Halk kitleleri kulağa hoş gelen, “hürriyet, eşitlik, demokrasi, hak, özgürlük” gibi batının bile inanmadığı, çifte standart uyguladığı klişelerle sokağa döküldü. İnternet ve basın iktidarlar kurup, iktidarlar yıktı / yıkıyor. 

Arap baharı adıyla Tahrir Meydanı’nı yüz binler böyle doldurmadı mı? Mübarek böyle devrilmedi mi? Tunus, Libya ve Yemen’de aynı yöntemle iktidarlar yıkılmadı mı?

Bu diktatörler iyi ki gitti. Ama yerine halkın istediklerinin geldiğini mi sanıyorsunuz?  

İletişim çağında “dünya tek bir devlet” artık. Bağımsız devlet kavramı tarih oldu veya olmak üzere. Yavuz: “dünya bir padişaha çok, iki padişaha az” derken “ya yönetir ya da yönetilirsiniz” gerçeğini ne güzel ifade etmiş.

Topla tüfekle savaş, yerini bilgisayar teknolojisine bıraktı. Artık savunma sistemleri “siber saldırılar” la,  ekonomiler internetten yayılan haberlerle çökertiliyor. Altın, döviz, borsa, faiz gibi kapitalist sistemin rant araçlarıyla milyar dolarlar el değiştiriyor. Bunun adı da demokrasi…

Ünlü medeniyet tarihçisi Arnold J. Toynbee Batı’nın demokrasi ve hürriyet anlayışını  “yüzme bilmeyen milyonları kıyıya getirip, işte size deniz. Dilediğiniz kadar yüzün” demektir diye tarif ediyor.

Ülkemiz ve medeniyetimiz, dünya politika ve medeniyetine yön verme işlevini Tanzimatla yitirmeye başladı,  2. Meşrutiyetle bundan tamamen uzaklaştı ve kurgulanan dünya politikalarını uygular hale geldi. 

Yani yöneten iken yönetilen oldu. İşte asıl mesele bu.

Dünyayı yönetenler, yönetilen ülkelere -bu arada Türkiye’ye- çıkarlarına göre rol biçerler. Ülkeler ve liderleri, bu biçilen rol ve sınırlar içinde hareket etmek zorundadırlar.

Aksi halde; darbe, isyan, öğrenci hareketleri, sağ-sol örgüt çatışmaları ile o ülkeyi kaosa sürüklerler. İhtilal yaparak iktidarları ya devirirler, ya da gezi parkı gibi sudan bahanelerle iktidara ayağını denk al mesajı verirler.

Geçmişte 27 Mayıs, 12 Eylül, 12 Mart darbeleri, sağ-sol çatışmaları, dün PKK, bugün gezi parkı eylemleri,  yarın işçi hareketleri…v.s. Bu böyle sürer gider…  Gezi parkı eylemlerini böyle okumak gerekir.

Dünyayı yönetenlerin iletişimle halkları sokağa dökebilmesi için, toplumun homojen değil, heterojen, yani halkın fikri, sosyal, siyasi, dini, etnik birliğinin olmaması, ayrılığa düşmüş olması gerekir. 

Milletimizi, hatta birliğin önemini en iyi bilen dindar kesimi bile onlarca fırkaya ayırmadılar mı? 

Son 250 yıldır milleti ayrılığa düşürmek için uğraştılar, başardılar. Artık istedikleri gibi yönlendiriyorlar.

Asıl büyük fotoğraf bu. Biz  tam da  yönetenlerin istedikleri gibi yap-bozdaki tüm resmi göremiyoruz. Küçük parçaları olan gündelik siyasetle ve didişmekle meşgulüz. Emeği çektiler, sıra yemeğe geldi.

Bu noktada yaşadığımız problemlerin çözüm yolları da içinde saklı aslında. Akif ne güzel demiş:

 Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete ram ol; yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol”


Yazarın Diğer Yazıları