DOLAR
39,60
EURO
45,39
STERLİN
53,32
GRAM
4.325,84
ÇEYREK
7.105,30
YARIM ALTIN
14.211,61
CUMHURİYET ALTINI
28.291,24

Kendime Notlar : Özgürlüğü Aldık Manayı Kaybettik

Ah, başörtüsü! Bir zamanlar memleketimizin en afili, en bitmek bilmeyen "sorun"uydu. Allah'ın mutlak bir emri, tartışmasız bir insani hak olan türbanın, kimilerinin kafasında devasa bir tehdide, kimilerinin ise ülkenin ikbali meselesine dönüşmesi garip değil mi? Sanki memleketin tüm bekası, insanların inançlarını ne kadar yaşayabileceklerine endekslenmişti. Neyse ki o "baskıcı rejim” günleri, halkı giyim kuşamıyla zapturapt altına alma, tek tip bir kitleye dönüştürme çabaları, artık yerini kısmen de özgürlüklere bıraktı. Şükürler olsun, TOMA'ların gölgesinde, copların ucunda savunulan o hak, artık kâğıt üzerinde de olsa teslim edildi.

O günleri yaşayanlar bilir; özellikle de biz gazeteci milleti, hadiselerin tam ortasında, bazen de hedefinde olurduk. Konya'da, meşhur Hacıveyiszade Camii'nin avlusunda sabah namazı sonrası yapılan o haftalık "direniş” eylemlerini dün gibi hatırlarım. Öncesinde "Allah kuluyuz” diye aynı safta duran, aynı duaya âmin diyen bizler ve polisler, sonrasında cami kapısından çıkar çıkmaz "emir kuluyuz” diyerek kendi kardeşine, biraz önce omuz omuza durduğu insana copla saldıran yine aynı polisler… Ne yaman çelişkiydi Yarabbim! Bir avuç inanmış insan, "başörtüsü Allah'ın emridir, kimse karışamaz!” diye haykırırken, devletin hırçınlaşmış tüm aygıtları, bu sesi boğmak için adeta seferber olurdu. Benim gibi birkaç "inadına gazeteci” de, o anları kayda alıp, bu anlamsız zulmü tüm Türkiye'ye duyurma derdindeydi. O dönem görev yaptığım KONTV ve

Kanal7'deki o haberler, nice tehditlere rağmen aylarca ekranlarda kaldı, çünkü bu bir tiyatro değil, onurlu bir hak mücadelesiydi.

O günlerde, bir Haziran sabahı, her zamankinden daha kalabalık bir polis güruhuyla karşılaşmış, daha tek bir slogan atılmamışken, o kutsal mabedin merdivenlerinde karga tulumba gözaltına alınmıştık. Boynumdaki kameranın kayışı boğazımı sıkarken, bir polisin telsizle omuzuma ve boynuma indirdiği darbeler… Cüzdanım, basın kartım alınmış, kameramın kaseti gasp edilmişti. Gerekçe? "İlahi emre ittiba etme” çağrısını haberleştirmek! Neyse ki vicdanlı bir emniyet müdür yardımcısı olan Ramazan Ceyhan'ın müdahalesiyle serbest kalmıştık da, o günkü orantısız şiddet, dönemin valisi Atilla Vural'ın da dikkatini çekmişti. O olaydan sonra sabah namazı eylemleri bitmiş, mücadele Kayalıpark'ta devam etmişti. Her bir eylem, her bir slogan, aslında "Bu ülkede insanlar inandığı gibi yaşayamayacak mı?” sorusunun yankısıydı.
Evet, bugün artık okullarda, devlet dairelerinde, hatta orduda ve emniyette bile başörtülü görevlilerimiz var. Ne güzel! O "sorun” çözüldü. Peki, ya sonra? O uğruna bedeller ödenen, Allah'ın mutlak emri olarak kabul edilen örtü, şimdi ne durumda?

Görüyorum ki, o baskıcı rejimin yapamadığını, şimdi biz kendi ellerimizle, başka bir yolla yapıyoruz sanki. Başörtüsü, o ulvi manasından soyutlanıp, bir "moda ikonu”, bir "sosyal statü” göstergesi, bir "marka yarışı” alanına dönüşmüş durumda. Televizyon ekranlarında, sosyal medya mecralarında "tesettür modası” adı altında bir curcuna… Giyinik çıplakların rengârenk, cicili bicili, bazen vücut hatlarını eskisinden daha çok belli eden "örtüler”… Oysa başörtüsü, bir kimlikti, bir duruştu, her şeyden önce Alemlerin tek hüküm koyucusuna verilen bir sözün nişanesiydi. Bir meta değildi, bir tüketim nesnesi hiç değildi.

Yanlış anlaşılmasın, kimsenin ne giydiğine karışmak değil niyetim. Zaten yıllarca "kimse kimsenin ne giydiğine karışmasın” diye mücadele etmedik mi? Lakin, uğruna onca çile çekilen bir değerin, bu denli içinin boşaltılması, bir "aksesuara” indirgenmesi, insanı derinden yaralıyor. O baskıcı zihniyet, başörtüsünü yasaklayarak amacına ulaşamamıştı; şimdi acaba o "özgürlük” ortamında, bu "moda ve tüketim” rüzgârıyla mı unutturuluyor o emrin asıl ruhu?

Ne diyelim? Belki de her nesil kendi imtihanını veriyor. Dün yasaklarla imtihan edildik, bugün ise serbestliğin getirdiği anlam kaymalarıyla… Umarız ki, o örtünün altındaki asıl cevheri, yani takvayı, edebi ve Alemlerin Rabi'ne olan samimi bağlılığı unutmadan, bu "özgürlüğün” de hakkını verebiliriz. Yoksa, bir "sorun” biter, bir başkası başlar. Hem de bu sefer, düşman dışarıda değil, tam da içimizde, kendi algılarımızda olur. Allah muhafaza…

Selametle kalın.



 

Yazarın Diğer Yazıları