Çobanlık Yıllarımdan Anılar - II

Artık dağlarımızda ki aramalar bitmiş ama 3-4 tane mal halen bulunamamıştı. Onların civar köylerde olabileceği haberlerini alıyordum, diğer köylerin çobanlarından. Bunun için o gün Gedikyatak'taki öküz çobanı arkadaşımın yanında yatacaktım. Sabahleyin oraya köyden gelecek kayıp mal sahipleri ile kayıpları aramaya çevre köylere gidecektim. Ne yazık ki, azığım yoktu. Kışla yaylasına çıkmış olan bir komşumuz vardı onların yanına vardım. Akşam yakındı ortalık da kararıyordu. Sanki gökten yağmur iniverecek gibiydi. Komşumuz olan ablamızın yanına vardım, kardeşi olan arkadaşımı sordum "davar otlatmaya gitti ısmayıl gece gelir bekle” dedi, ama orada beklemeye utandım. Ablamız gençti rahmetli. "Aba sen benim torbama biraz azık katıver ben Dazlak'taki Gedikyatağı'na gideceğim” dedim. Abla da bana "Bak gardaşım, ortalık dönüp ağar yağacak gibi şurada kal, sabah erkence ben seni kaldırayım, o vakıt git” dedi. Ben ısrarla kalmak istemedim. 

Gideceğim yer hem uzak hem de ormanlık alandı. Hem de çok sarptı ama ne var ki patika yolları ben biliyordum ne de olsa. Ablam bana azık koydu, torbamı sırtladım yola çıktım. Daha yayladan çok uzaklaşmamıştım ki şiddetli bir yağmur başladı. Her yer karanlık oldu göz gözü görmüyor, altına sığındığım koca meşe ağaçları bile beni yağmurdan koruyamıyordu.

Böyle uzun zaman geçti gece oldu. Düşe kalka yola koyuldum. Yağmur biraz hafiflemişti ama devam ediyordu. Karanlıkta orman içerisinden ağaçlara taşlara çarpa çarpa hem gidiyordum hem de ağlayarak avazım çıktığı kadar "Mustafa Ağaaaa!” diyerek öküzlerin çobanı olan arkadaşıma bağırıyordum. Bir ara ayağım sulu bir bataklığa saplandı, sevindim. Anladım ki Gedikyatak'a yaklaşmıştım. Burası Dazlak pınarı'nın akıntısı idi. Yine bağırmaya devam ettim. Nihayet Mustafa ağam sesimi duymuştu, "Eyyyy!” diye cevap verdi. Ben yine ağlayarak "Ağa ben Ismayılım, yolumu kaybettim Dazlak çeşmesinin yanlarındayım allehem. Buraya doğru gel buralarda galdım” dedim. O ne de olsa eski çoban devamlı seslenerek yanıma gelip beni bulduğunda perişan bir haldeydim. Zaten onca yağan yağmur üstümden geçmiş kuru ipliğim kalmamıştı sırtımda. Biraz akrabalık bağımızda olan Mustafa ağam hemen beni götürüp ağılın (Sığır Tokadı) çobansalık (çobanların dağdaki basit şeylerden yapılmış evi) denen kısmına soktu. Ocağı da devamlı hazır bulundurduğu meşe odunları ile iyice yaktı. Bütün elbiselerimi iç donu gömlek kalıncaya kadar çıkarıp ateşin çevresine serdi. 

O yıllarda bilhassa bizim gibi çobanlık yapan insanların hepsi fakirdi. Sırtına örtünmeye çok gerekli olan bir kepeneğimiz bile yoktu, ama beni kendisinin bir kısmını altına serip bir kısmını üzerine örttüğü eski bir kilime sarıp yanmakta olan ocağın kenarına yatırdı. Kendisi ocağın başına oturup uyuklamaya başladı. Ben çok yorgun ve bitap olmama rağmen zaten korkudan uyuyamıyordum ki büyük bir hışırtı oldu. Etrafıma bakınırken kocaman bir yılanın tam ortamıza kıvrılmış teker vasiyette düştüğünü gördüm. Aklım çıktı, korkudan "annah dimissim” Çobansalığın kara örtü damında yağmurdan sıcağa dam örtüsü arasına sığınmış olan yılan, ateşin çok yanması ile kendini salmış tam ortamıza pat diye düşüvermişti. Benim çok korktuğumu anlayan rahmeti Mustafa ağam hemen zaten kış uykusuna yatmakta gecikmiş, bitap düşmüş olan yılanı kuyruğundan tuttu ve çobansalığın açık kapısının karşısındaki taşlara birkaç kere vurarak öldürdü. Bana da "Yat sen korkma” dedi. Ben yine de çocuk aklımla"Yahu Mustafa ağa bu yılanın ana babası veya gardaşları varsa bize zarar verirler niye öldürdün?” diye merakla korkuyla sordum. "Yok, varsa da onlar toprağın altına girip kış uykusuna dalmışlardır veya farelere yem oluyorlardır” dedi. 

Merak ettim üşümem geçmiş biraz da kendime gelmiştim, yine sordum "Nasıl yani fareler yılanları yer mi?” "Evet” dedi. Çoban olmasına rağmen atalarımızdan dinlediği tecrübelerle eğer kışın toprağın altında uyuşmuş olan yılanları fareler yemese yazın da yılanlar fareleri yer altı yuvalarında tutup yutmasa dünyayı yılan ile fareler kaplar, derdi atalarımız. Gardaşlık onun için sen bunları marak itme gızınmaya (ısınmaya) bak” diye, o anlattı ben dinledim.

O gece elbiselerimi kuruttum. Sabah Mustafa ağamın pişirdiği bulgur pilavı ile karnımızı doyurduk. O sığırları otlatmaya götürdü, ben de bir gün evvel sözleştiğimiz üzere köyden gelen malları kayıp olanlar ile yine etraftaki köylere kayıpları aramaya gittik. Kayıp tanaların 3 tanesini İnlice köyünde bulup uzun uğraşlar sonunda getirdik. Artık rahatlamıştım, bir tane kayıp tana kalmıştı çünkü. Köylülerimizce Gart İmam namıyla tanınan Ali Arı hoca emminin onunda Tulassa köyünde olduğunu o köyün çobanlarından haberini almıştım. Ertesi gün köyden o hoca emmiyi alıp komşu Tulassa köyüne gittik. Sabah erkenden onun tanasını köyün küllüğünde yatarken bulup köye getirdik. Rahmetli Hacı Ali emmi bana şöyle dedi "Eferin (aferin) Gara Ismayıl, sen çok dürüst akıllı bir çocuksun, bu malları gütmekten aldığın bütün ücretin helal olsun sana artık. Sen bu tanayı buldun bildin ya ben olsam malımı bilemezdim çünkü aradan geçen zaman onu değiştirip geliştirmiş bunun içün benden bir tana gözünü hak ettin al bakalım deyip bir lira bahşiş vermişti. 

Sığırın dağılmasına on gün vardı ben kayıpların tamamını bulmuştum. Muhtar beni evine çağırdı "Ismayıl oğlum sen dağ taş köylerde gezerek kayıp aramaktan çok yoruldun. Geçenlerde dağda ıslanmışsın, çok eziyet çekmişsin bu çocuk halinde. Bana Şerife'nin Mustafa söyledi. Artık sana sığır otlatmaya gitmek yok. Sen on gün istirahat et” dedi. Zaten on gün sonra da sığır gütme zamanımız dolmuştu, işimizi yüz akı ile bitirdik. 

Bu macera da böylece bitti. "Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer” gerçeği bu olsa gerek.


Yazarın Diğer Yazıları