BİR ACI HAYAT HİKÂYESİ; NEVZAT ARABACI (2)

 

Günümüz gençliği, Nevzat Arabacı'nın yaşadığını yaşamadılar. Bu gençlik, bir eli yağda bir eli balda olduğu, sıkıntı çekmedikleri için dünyayı hep böyle güllük gülistanlık zanneder. Devam ediyor Nevzat Arabacı acı hayatını anlatmaya;

 

"Babamın çalıştığı demir yolunda soba hane atölyesinde işe başladım bir sene çalıştım, güzelce soba yapıyordum. Sonra okumaya karar verdim. Babam: "oğlum benim param yok, nasıl okuyacaksın” dedi. Ve o sene sınava girdim, felsefe öğretmenime olan kızgınlığımdan, felsefeyi kazandım. O zamanlar felsefe yüksek puan ile alıyordu. İstanbul Edebiyat Fakültesi gece felsefe bölümüne kayıt oldum. O sene gece bölüm açılmıştı, sonra kapatıldı.

İstanbul'a gittim nerede kalacağım, halam da ölmüş. Sivas talebe yurdunda kalıyorum. Yani bir arkadaş paralı kalıyorsa, bir arkadaş yanında aynı yatakta yatıyoruz. İş arıyorum petrix pil fabrikasında işçi olarak işe başladım. Bu arada haftada 77 lira para alıyorum. Büyük para. Yurda kaydımı yaptırdım. Öyle bir gün geldi ki, geceler derstesin, gündüz iştesin, prese sağ işaret parmağımı kaptırdım kopardım. Samatya Hastanesi'ne gittim tedaviye başladılar. 2-3 ay İzin verdiler ve bu arada yine iş aramaya başladım. Okmeydanı'nda bir iş yerine yazıhaneye bakma görevi buldum. Orada işe başladım, orada 6-7 ay çalışınca Kara köyde bir muhasebecinin yanında hemşehrim ve arkadaşım çalışıyordu. O, okulu bitirdiği için, beni çalıştığı yere işe koydu. Okulu bitirinceye kadar Karaköy Necatibey'de muhasebede çalıştım ve felsefeye devam ederken artık yıl 1967-68, 69 yıllarında Türkiye genelinde sol-sağ yani Marksist, Sosyalist, komünist gençlerle, Vatan, millet bayrak din, iman diyen nesil mücadelesi başladı.

 

Okulumuzdaki profesörlerin, Tarih, Edebiyat, Arap Fars bölümünde birkaç hoca hariç, hemen hemen ekserisi sol öğrencileri tutuyor, onlarla beraber hareket ediyor, onlarla beraber yürüyüş yapıyordu. Çünkü bizim zamanımızda üniversiteye polis giremez, profesörlerin milletvekilleri gibi dokunulmazlığı vardı. Kimse onlara bir şey diyemez sınıflarda sürekli marksizimden bahsedilir, işçi marşları söylenir, yürüyüşler yapılır, orak çekiç bayrakları asılır ve Allah'la, peygamberle, Türk'le, dinle, tarihle, Fatih'le Yavuz'la da dalga geçilir, Çanakkale'dekiler için, zavallı çocuklar, patronlar için ölmüş derlerdi.

68'de ilk defa Anadolu'da orta sınıfın, işçi sınıfının, memur sınıfının çocukları üniversiteye çoğunlukla girmişti. Komünistlerin tahrikinden dolayı içimizdeki bayrak, vatan, iman duygumuz harekete geçti, ama bir şey yapamıyoruz. Bunlar çok örgütlü, bizi nerede tutsalar ağzımızı burnumuzu kırıyorlar. Okula giderken sanki karakola gider gibi korku içinde gidiyorduk. Bize sahip olan da yoktu. İstanbul'un bütün yurtları onların elindeydi. Bir yürüyüş yaptıkları zaman, sokaklar dolar, bütün Türkiye üniversitelerinde durum bundan da farklı değildi. Kendi aramızda kavgalar olurken, Cumhuriyet Gazetesi, Akşam Gazetesi gibi gazeteler, "Bunlar nereden çıktı, bunlar kim, bunları kim yetiştiriyor?" diye başlıklar atıyordu.

Ankara'dan bir ses geldi, "Onları ben yetiştiriyorum. Onlar benim adamlarım" diyen Fevzi Çakmak resmiyle 7 - 8 kişiyle birlikte Kızılay'da yürüyen Adana Bağımsız Milletvekili Alparslan Türkeş çıktı. Herkes Başbuğ Türkeş diyordu. İstanbul'a gelir, her yurttan birer temsilci giderdik, bize şunu söylerdi: "son kalemiz Anadolu'dur burayı Komünistlere teslim etmeyeceğiz" bizi örgütlüyordu. Artık bizler gruplar halinde üniversitelerde kendinize güvenerek gidiyorduk. O zaman sağda ki, gençlik arasında bir bütünlük vardı.

 

Bunun Merkezi Milli Türk Talebe Birliği ve bunun gibi milliyetçi gençlik dernekleriydi. Ben Sivas talebe yurdunda kalıyordum, karşımızda site talebe yurdu var, %90 marksistlerin hakim olduğu bir yurt. Bir gün orada kavga oldu, yardıma gidiyoruz, bir delikanlı. İsmini unuttum, 14 yerinden bıçaklanmış, etrafında bir sürü insan, ona vuruyorlar, elinde değnek "Ben Müslümanım, Türk'üm ölürüm dönmem" diyordu. Yaralı haliyle onlardan yüzlercesini kovalıyordu. Onların faşist dedikleri bu gençlerdi, ben de bunlardan biriydim. Başbuğ, bütün yurtlara hakim olmamızı söyledi, kadırga yurdu hariç, hemen hemen her tarafta hakim olmuştuk, Ben de Sivas yurdunu iki günlük kanlı mücadeleden sonra ele geçirmiştim, öncü bendim. Hikayesi uzun bu olayın.

Artık okullara gidebiliyorduk derslerimize girebiliyorduk. Benim fakültede çok temiz bir arkadaşım vardı. Yusuf İmamoğlu. Bursalı, fizik olarak çok güzel, güzel ahlaklı, öncü arkadaşlarımızdan biri. Bir gün fakülteye geldim, "Kahrolsun faşistler, Kahrolsun faşistler! devrimci arkaşımızı öldürdü" diye slogan atıyorlardı. Neyse onlar Yusuf'u kütüphanede vurmuşlar 2 saat içeride Yusuf ölümle pençeleşmiş, sonra kaçıp gittiler, biz Yusuf'un cenazesini aldık. Alparslan Türkeş gelmiş, Marmara sinemasında konuşma yapıyordu hiç unutmadım şu sözünü "bir dava uğruna ölen varsa o dava kazanılmıştır gençler. Bu yurt Müslüman Türklerin Yurdudur, öleceğiz ama komünistlere vermeyeceğiz başımız sağ olsun" demişti.

Ama öyle içten gür sesiyle söyledi ki sanki Türkeş'in gözünden yaş geliyor gibiydi, hepimiz ağlıyorduk. Çünkü Yusuf İmamoğlu lider bir arkadaşımızdı.


Yazarın Diğer Yazıları