TYB’DE GÖNÜL ESİNTİLERİ VE UBEYDULLAH SEZİKLİ

 

Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi'nin düzenlediği ‘Balkan İlâhileri' konulu söyleşiye katılan Doç. Dr. Ubeydullah Sezikli'yi dinledik. Musiki ve Türk musiki üstatlarını dile getirdi:

"Kırşehirli Nizameddin İbn Yusuf'un Risale-i Musiki Adlı Eseri ilk Türkçe Musiki risalesidir. Abdülkâdir-i Merâgî'nin de Câmi'u'l-elḥân ve Maḳâṣıdü'l-elḥân adlı eserleri vardır fakat Câmi'u'l-elḥân'da 85'in üzerinde atıf yaparak "Bunu Kenzül Elhan'da anlattım” diyor. Ama o kitap elimizde yok. Belki biz İran'da, Bağdat'ta Suriye'de aramakla hata yaptık. Amerika'da, İngiltere'de ya da Fransa'da arasaydık belki bulabilirdik. O kitap bulunursa musiki de bir çığır açılır.

Benim iki kardeşim Amerika'dadır. Bir ziyaretimde kütüphaneye gittik. Türk musikisi ile ilgili eser var mı diye sorunca bizi başka bir binaya yönlendirdiler. Orası 5 kat, tamamen müzik kütüphanesiydi. Doğu müziğinde en güçlü olanlara birer kat ayırmışlar. Ben o sıralarda imamlar için eğitim seti hazırlamıştım ve orada görünce şoke oldum. Nasıl takip edip, alıp oraya götürüyorlar? Oryantalistlerin müzik konusunda yaptıkları çok acayip şeyler var. Şu anda yaşayan, bizim çok iyi müzikolog olarak tanıdığımız insanların içinde de çok fazla misyonerlik yapan insanlar var.

Bir medeniyet nasıl bir hâkimiyet kurmuş, bunu yaptığımız bu 13 bölümlük belgesel sırasında çözdüm. Bir sacayağı kurmuşlar onu da Kur'an'a patentli yapmışlar. Bir şeyin medeniyet olması için önce din lâzım, demişler. Bu dini oturtmak için de ilk yaptıkları şey hanlar hamamlar, insanların yiyip içebileceği gezebileceği alışveriş merkezi bedestenler. Bunlar için de vakıf müessesesi kurmuşlar. Camiler tekkeler daha sonra zaten isteseniz de istemeseniz de kendiliğinden geliyor. Böyle gittiğiniz coğrafyada sizi bırakmaları çok zor. Kılıçla fethetmediğiniz için sizden vazgeçmeleri çok zor.

Bizim ilahilerimizin Arnavutçasını, Boşnakçasını da yazıp okuyorlar. Kendilerine has olan çok güzel şiirleri ve ilahileri de var. Sadece Yunus Emre'den, Niyazi Mısrî'den, Eşrefoğlu'ndan değil; kendi coğrafyalarında yaşayan insanların da önemli eserleri var. Melodilendirip okumuşlar. Kendi içlerinde de bir dinamik var. Yani hepsini bizden almamışlar.

İlim tarafında yazılan kitaplar Osmanlı'da çok yaygın. Yani bir şey Saraybosna'da yazılmışsa İstanbul'da muhakkak bulursunuz. Ama vakıf dediğiniz şey orada yapılmıştır, restorasyonu yani tedavisi de orada yapılır. Bu taşınamayan bir kültürdür. Bir de soyut olan kültür var; tekkelerde yaşayan, ilahiler, gülbanglar gibi… Artık imkânımız var ve bunları şimdi kaydedip getirebiliyoruz. Köprülü'nün dediği gibi; bir gün oraların Türk yurdu olduğunu ispata ihtiyaç duyarsanız yaptığınız en büyük şey derlemelerinizdir. Derleme hem edebiyat açısından hem müzik açısından önemlidir. Bunlar aslında oranın sizinle kaim olduğunun bir delilidir.

Saraybosna'dakilere bazen "Bir gün Osmanlı yurdu olmaktan çıkacağınızı hiç hayal eder miydi dedeleriniz?” diye sorarım ve onlar da "Bırak onu, 20 sene önce dahi öyle bir şey kimsenin aklına gelmezdi, bunu kimse hayal edemezdi” diye cevap verirler. Dikkat etmezsek bir gün İstanbul da Konya da böyle olabilir; bunlar bizim düşüncemizin, hayalimizin dışında şeyler.

Saraybosna'da, Üsküp'te Makedonya'da kime sorarsanız sorun, bizdeki bazılarının karşı olduğu Mevlid-i Şerif var ya? Onlar için bu çok mukaddes bir şey. Çünkü onlar için komünizm süresince Mevlid dini muhafaza eden bir şeydir. Bunu Türkiye'ye hicret edenlerde de görürsünüz. Bayrampaşa mesela; Türkiye'nin en çok Mevlid-i Şerif okunan yeridir. Çünkü o dönem Kur'an-ı Kerim yasak, namaz yasak, cami yasak. Evlerde hep Mevlid-i Şerif o harcı tutmuş.

Allah korusun; bir gün birisi Mostar'ı bombalayabilir, birisi Üsküp'ün Çarşısını yok edebilir. Ben en son Tiran'a gittiğimde yaklaşık 25 Osmanlı eserinin yok edildiğini gördüm. Peyderpey her şeyi yok ediyorlar. Halveti tekkesinin yanına kadar ana yolu genişletmişler. Yani burayı ben bir dahaki geldiğinde, ortaya refüj yapıp yok edeceğim, diyor. Ama derlemeler öyle değil; aldık geldik ve bizim oldu.

Balkanlarda halveti meşrep daha yoğunluktadır. Melamilik de orada kadim kültürdür ve yüzde 80'e yakın Melami ağırlıklı ilâhiler derledik. Bektaşi-Alevi köyleri de var ve biz son bir yılda oralardan da nefesler derledik, bu konuda çalışmamız devam ediyor.

2000 yılında ikinci defa Balkanlara gittiğimde NATO Kosova'ya herekât başlatmıştı. Ben ekipten önce gitmiştim. Harekat başlayınca sınırı kapattılar, ben de orada kaldım. Olağanüstü hallerde orada mabetlerin ışıklarını yakıyorlar ve sırayla gruplar halinde orada nöbet tutuyorlar. Yakmasınlar, zarar vermesinler diye…

Kalkandelen'deki imam Abbas Yahya da benim arkadaşımdı. O gün yatsı ezanını benim okumamı söyledi. İstanbul tarzında okudum. Bitirip caminin içine döndüğümde yaşlı bir adam ağlayarak yanıma gelip:

"Senin dedelerin buradan gitmese de biz bu ezanı hür dinleseydik daha güzel olurdu” dedi. Ses bir kimliktir ve o ezan sesi adama bir şeyi hatırlattı. Bizim de Balkanlarda yaptığımız şey bir kimlik derlemesidir aslında. Benim ezana girişim, okuma tarzım o adamı Anadolu'ya, Osmanlı'ya getirdi. Bu kimliği terk etmemek lâzım. Senin okuduğun şeyden adam kim olduğunu çıkarıyor; bundan daha büyük medeniyet olabilir mi? Bunu bırakmak kadar da salakça bir şey olabilir mi?

Farabi bin 100 sene önce "Müziğinin ölmesini istiyorsan olduğu yer bırak” diyor. Yine Farabi "Eğer öteki âleme köprü kurmak isterseniz en renkli ve en sağlam köprüyü size müzik kurar” diyor. Ben ise "Musiki caiz mi?” diyen birisiyle konuşmaktan yoruldum artık. Kur'an'ın kendisi bir musiki zaten. Ezan bir musiki, salâ bir musiki, kıldırdığım namaz bir musiki, çektiğim zikir bir musikidir.

İlahileri derleyip okumakla bunu uluslararası bir mecraya, başka bir dünyaya açıyorsunuz. Böylelikle de bunlara tekrar bir dönüş sağlıyorsunuz. Benim inancım şu; insanlık hiçbir şeyden tatmin olmayacak sonunda ve bu kapitalist dünya o irfana geri dönecek. Döndüklerinde de bunlar, bizim derlediklerimiz ellerinde olursa uğraşmalarına gerek yok. Ama ellerinde olmazsa çok kötü.

Saraybosna'da Kadiri tekkesinde güfte mecmuasında ilahinin yanına tarih atmışlar. 365 senedir o tekkede o ilahi okunuyormuş. Ne kadar değerli bir şey? Birileri olmayan kültürlerini film sahneleriyle oluşturmaya çalıştırıyorken bizim var olan kültürümüzü derleyip toplayıp önümüze koymamız abesle iştigal olmasa gerek.

Balkanlarda abdest almadan ilahi okumuyorlar. Çünkü ona başka bir türlü bakıyorlar. Saraybosna'ya ilk gittiğimde Başçarşı'da kapanma saatine yakın bir lokantaya girdik. Kapatacağını söylese de biz kalabalık olunca ve ben "Kapıyı kapatın biz içeride kalalım” deyince kadın kabul etti. Yemekten sonra Segâh Şükriye okuyunca kadın gelip "Sizin bu okuduğunuzun aynısını benim dedem de okurdu” dedi. Ben, benzettiğini söylesem de aynısı diye ısrar etti. Dedesiyle okuyan insanları dükkâna çağırdı, saatlerce kayıt yaptık. Türkçe yazılmış ilâhiyi hiç değiştirmeden okuyorlar. Konya'da Kütahya'da yazılmış bir eseri Balkanlarda aynıyla bulabiliyorsunuz.

 

Aşkı Yaşayan Bilir!

 

Elle tutulmayan, yaşanan hayat,

Aşkı yaşayanlar, gelsin meydana,

Damarda kan gibi, taşınan hayat,

Aşkı yaşayanlar, gelsin meydana!

 

Canı canan bilir, var da ona sor,

Mecnun'u Leyla'yı, gör de ona sor,

Aşk oduna düşüver de ona sor,

Aşkı yaşayanlar, gelsin meydana!

 

Allah'ı bilenler, aşk içindedir,

Hak yolda gidenler, meşk içindedir,

Dilara gönüller köşk içindedir,

Aşkı yaşayanlar, gelsin meydana!

 

Hacerler misali, çöllere dalan,

İsmail'ler gibi, kurbanlar olan,

Hatice timsali, Habibi bulan,

Aşkla yaşayanlar, gelsin meydana!


Yazarın Diğer Yazıları