Damla Damla Gelen İşgal
Saatler gece yarısını gösterirken, 2005 yılının o Ekim ayında depremle sarsılan Azad Keşmir'den İslamabad'a doğru yola çıkmıştık. Bir Perşembe akşamıydı ve bölgedeki insani yardım çalışmalarında eksik kalanları tamamlamak üzere Dr. Eyüp Çetin, Dr. Faruk Altınok, Ahmet Aslantaş, Mustafa Yazlık, ve Adem Seleş'in yer aldığı ekiple başkent İslamabad'a dönmeye karar vermiştik. Sabahın ilk ışıklarıyla şehre yaklaşırken tuhaf bir sessizlik vardı; tüm işyerleri kapalıydı. Cuma günüydü, tatildi ve herkes namaza hazırlanıyordu. Ancak o gün benim dikkatimi çeken çok daha farklı bir ayrıntı oldu.
Yol boyunca sıralanan iki katlı evler ve dükkanlar, dağlık coğrafyanın zorunlu kıldığı sıkışık bir şehirleşmeyi gözler önüne seriyordu. Fakat bu manzaranın ortasında beni asıl düşündüren, dükkanların kepenklerindeki logoydu. İstisnasız tüm esnafın kepengi aynı markanın logosuyla kaplıydı. Türkiye'de daha çok çikolata ve gofretleriyle tanıdığımız bu uluslararası marka, Pakistan'da bambaşka bir kimlikle karşımıza çıkmıştı. Tercümanımızdan öğrendiğime göre bu firma, Pakistan, Hindistan ve Bangladeş'te yüzlerce yerli firmaya rağmen su sektöründe neredeyse bir tekel konumundaydı. Gittiğiniz her bakkalda, her markette, her sokak köşesinde yalnızca bu markanın suyu satılıyordu.
Bizler deprem bölgesindeki su sorununu çözmek için yola çıkmışken, yol boyunca yüzlerce kepenk ve tabelada ülkenin suyunu ele geçirmiş o markanın gölgesi altında ilerliyorduk. Neredeyse her çadır kentin, her yerleşim biriminin su sorunu vardı. Ülkenin yeterli bir içme suyu altyapısı yoktu. Depremle birlikte Muzafferabad, Mansera, Balakod merkezleriyle birlikte 540 kasaba ve köyde ulaşım durma noktasına gelmiş, hiçbir yere yeterince su ve gıda sevkiyatı yapılamıyordu. Bu duruma bir çözüm bulmak amacıyla bölgeye giden Dr. Eyüp Çetin Başkanlığındaki Konya Büyükşehir Belediyesi ekibi, dağların arasında akan berrak bir su kaynağı keşfetti. Gerekli hijyen tedbirlerini aldıktan sonra temin edilen borularla bu temiz su Azad Keşmir'in başkenti Muzafferabad'ın merkezine yakın bir mahalleye taşındı ve halkın kullanımına sunuldu. Hızla yapılan bu hizmet depremzede Keşmirliler tarafından sevinçle karşılandı. İnsanlar depoların önünde kuyruklar oluşturuyor, su ihtiyaçlarını gideren Türk ekibine minnettarlıklarını sunuyordu.
Biz bir bölgenin sorununu çözmüştük fakat bu konudaki genel tablo değişmiyordu. Asya'nın en verimli su kaynaklarına sahip bu topraklarda bu denli büyük bir su sorunu yaşanmasına anlam veremiyorduk. Gerçeği sonradan öğrendik: Ülkede ambalajlanmış suya olan bağımlılık, tahminimizin çok ötesindeydi. Halk içme suyu ihtiyacını küresel şirketlerin "su madenciliği" yaparak steril hale getirdiği sularla karşılıyordu. Ambalajlanmış suya alışan halkın bünyesi, doğal kaynak sularını kolayca kabul etmiyor, çeşitli rahatsızlıklara neden olabiliyordu. Bağımlılık öylesine bir boyuttaydı ki insanlar alıştıkları su markasını değiştirdiklerinde bile hastalanabiliyordu. Bu korkunç durum, güvenlik açısından sorunlar üretecek bir tehlikeyi gözler önüne seriyordu. Bu bölgede İngiliz işgalinden bu yana su, bir kamu hizmetinden çok, idari, siyasi ve askeri bir araçtı. Son haftalarda yaşanan Pakistan-Hindistan savaşının temelinde de su kaynakları yatmaktadır. Su kaynaklarını elinde bulunduran Hindistan, Pakistan halkını susuzlukla tehdit etmektedir.
Bu korkunç tabloya yerinde şahit olduktan sonra, yabancı bir firmanın bir ülkenin su politikasını nasıl sessizce ele geçirebildiğini görmüş ve kendi ülkem adına derin bir endişeye kapılmıştım. Aslında biz bu tehlikeye çok önceden dikkat çekmiştik. 2000'li yılların başında, sosyal medyanın olmadığı dönemlerde, e-posta zincirleri, gazete yazıları ve yayınlarıyla kamuoyunu uyarmaya çalışmıştık.
Şimdi 2025 yılındayız ve maalesef o günlerden bu yana tablo daha da endişe verici bir hal aldı.
Bugün Türkiye'de hangi markete girsem, hangi restorana otursam karşıma hep aynı su markası çıkıyor. Bu durumun sebebini şehir merkezinde kuruyemişçilik yapan bir dostum yıllar önce şöyle özetlemişti:
"Eğer X Cola ile yıl boyunca belli bir ciro üzerinden anlaşırsan, neredeyse anlaştığın tutar kadar aynı firmanın X suyunu bedelsiz olarak alabiliyorsun. Yerli bir markanın suyunu para verip üzerine kâr koyarak satmak nerede, küresel bir markanın suyunu bedavaya alıp istediğin fiyata satmak nerede…”
Bu ticaret modeli, piyasadaki rekabet eşitliğini tamamen ortadan kaldırmış, market ve bakkal rafları, Türkiye genelinde bu marka tarafından adeta işgal edilmiş durumda. Bir firma, su üzerinden damla damla bir ülkeyi ele geçiriyor. Bu "bedelsiz" ürün meselesinin vergi açısından ayrıca incelenmesi gerektiğine inanıyorum. İlgili devlet kurumları, bu ticari ilişkinin nasıl işlediğini, küçük esnafın nasıl bağımlı hale getirildiğini araştırmalı ve bu tekelciliğin kırılması için yerli firmaların önünü açacak düzenlemeleri acilen hayata geçirmelidir.
İşgalin bir başka çarpıcı yüzü ise son günlerde yaşanıyor. Bahsettiğim ve halkımızın uzun süredir boykot ettiği bu markaya ait soğutucu dolapların, sanki merkezi bir talimatla tüm işyerlerinin önüne, halka ait olan kaldırımlara taşındığını gözlemliyoruz. Kaldırımlar, özellikle şehir merkezlerinde, artık yürünemeyecek derecede boykot markalarının işgali altında. Bu, markalara yönelik boykot bilincini kırmaya yönelik tasarlanmış bir hamle gibi duruyor. Özellikle Selçuklu, Meram ve Karatay belediyelerimizin ilgili birimlerinin, kaldırımların bu şekilde işgali konusunda gerekli adımları attığına dair inancımı korumak istiyorum.
Bu vesileyle, hem bu su markasını ve bağlı olduğu küresel firmayı, hem de ısrarla bu ürünleri satan esnafı açıkça boykot ettiğimi belirtmek isterim. Biraz daha uzağa yürümek gerekse bile, bu ürünü satmayan ve yerli alternatifleri sunan esnafı destekliyorum. Özellikle şehrimize ait su ve içecek markaları dururken, daha çok kâr edeceğim zihniyetiyle küresel markaları ön plana çıkaran esnafı da uyarmak gerek. Burada, Filistinli mücahitlerin bir sözünü paylaşmakta fayda görüyorum. "Eğer sen Yahudilere ait Hayfa portakalı alıyorsan, sen de bir Siyonist'sin. Sen de işgalin ortağısın” Bu hassasiyeti benimle paylaşan herkesle bugün de, yarın da omuz omuzayım.
Bu, basit bir marka meselesi değildir. Bu, bir halk sağlığı, bir ekonomik bağımsızlık ve en önemlisi bir egemenlik meselesidir. Türkiye'nin suyu metalaştıran bu sistemle yüzleşmesi ve gerekli yasal düzenlemeleri hayata geçirmesi, artık ertelenemez bir zorunluluktur.
Çünkü mesele sadece su değil, geleceğimizdir.
Yazarın Diğer Yazıları