MEVLANA’NIN ARAPÇA BİLGİSİ

Mevlana'nın hemen hemen tamamı Farsça kaleme alınmış eserlerine bakıldığında, birçok Arapça ifadeye rastlamaktayız. Bu Arapça sözler, daha çok birer dini metin olan ayet ve hadislerden oluşmaktadır. Ortak değer olarak alınan bu dini metinler, orijinal şekliyle Arapça olarak pek çok eserde yer almıştır. Mevlâna'nın yaşadığı dönemde, Arapça, Farsça ve Türkçe günümüzdekinden farklı kullanım alanlarına sahipti. Daha çok Arapça dinî, Farsça edebî alanlarda, Türkçe ise konuşma dili olarak kullanılmaktaydı. O gün için bu diller bölge ülkelerinin ortak değerleriydi. Mevlâna da eserlerinde dini konuları işlerken yer yer Arapça metinlere başvurmuş olması gayet normal. Medreselerinde eğitim aldığı Suriye, yaşadığı dönemde Türklerin idaresindeydi. Konya ve Halep'teki idari yapı neredeyse aynı idi. Bu atmosferin getirdiği rahatlıkla gerek Halep medreselerinde gerekse daha sonra Arap dile ve edebiyatı hakkında geniş bilgiye sahip olmuş ve bu bilgilerini okuyucularıyla paylaşmıştır.

O, Arapçanın ilmî yönden üstünlüğünü kabul etmesine rağmen Farsçayı ruhuna daha uygun görür:

Arapça daha hoşsa da sen Farsça söyle. Zaten aşkın yüz dili daha var.

el-Kitâb adlı eseriyle nahiv konusunda detaylı ilk eseri kaleme alan Sibevehi'yi doğru sözlü insanı tarif ederken kullanır; "A Sibeveyhi” diye hitap ederken muhatabının sözünün doğru olduğunu kasdeder.

Şehirli, doğru söylüyorsun a Sibeveyhi dedi; fakat "iyilik ettiğin kişinin şerrinden sakın.”

Bu dizede aynı zamanda Arap dilinde darbı mesel olan Arapça kökenli "İttaki şerra men ahsente ileyhi.” (İyilik ettiğin kimsenin şerrinden kork) sözünü kullanmıştır.

Divan-ı Kebîr'de, bir ünlü Arap dilcisi olan Ahfeş'i âdeta somut kelimeler üzerinde yorum yapan birisi olarak anıyor; kendisini de kelimelerin sözlerin ötesinde bir mana âlemine oturtuyor.

Ey zamanı hoş, nefesi kutlu güzel, hiç de hazırlanmamışken, hiç de ummazken tuzağına tutuluverdim, düştüm sana ey şarap mı şarap, âteş mi âteş güzel.

Yok – yok, sus artık, sus, dilsiz ol; çünkü bu, o çeşit okuyuş değil ki Ahfeş anlasın bunu.

Ahfeş, dudaklarını bir araya toplayamaz ve güzel söz söyleyemezdi. Rivayete göre bu yüzden, bir keçinin boynuna ip bağlamış, ipin ucunu eline almış, böylece keçiye ders verirmiş; her sözün başında anladın mı der ve ipi çekermiş. Keçinin başı sallanınca dersin kalan kısmına geçermiş. Bu yüzden susup yalnız baş sallayarak sözü tasdik edenlere yahut aptallara "Ahfeş'in keçisi gibi ne başını sallayıp duruyorsun” denir.

Mevlâna bazı eserlerinde yeri geldiğinde Arapça gramer bilgilerini kendince kullanmıştır. Mesela Arapça gramer kitaplarında yaygın olarak kullanılan "Darabe Zeydun ‘Amra/Zeyd, Amr'ı dövdü.” örneğini ve burada "Amr” kelimesinin sonunda okunmayan bir harfin (vav) bulunuşunu esprili bir şekilde aktarır:

Gramerci der, "Zeyd, Amr'ı dövdü.” (Öğrenciyse) der, suçsuz yere niye dövdü?

Amr'ın suçu neydi de o cahil Zeyd, bir köle gibi dövdü onu?

(Gramerci) der, bu anlam ölçeğidir. Buğdayı al, ölçeğin önemi yok.

Zeyd ile Amr, cümle çözümlemek içindir. Yalan da olsa cümle yapısının doğru olup olmadığına bak.

(Öğrenci) der, ben onu bunu bilmem. Zeyd Amr'ı suçsuz yere niye dövdü?

(Gramerci) çaresiz kalıp işi şakaya döker ve der, Amr, fazladan bir "vav” çalmıştı.

Zeyd onun çaldığını öğrenince onu dövdü. Haddi aşana had vurmak gerek çünkü.

Arapça gramer konularında adları çok sık geçen Zeyd ve Amr isimlerini kimi zaman vermek istediği mesajı vurgulamak adına kullanır.

Bu suretle anlar bilirsin ki rızkın aslının aslı, O'dur. Rızık arayan da O'nu arar.

Rızkı O'ndan ara, Zeyd'den, Amr'dan değil.

Sarhoşluğu O'ndan iste, esrardan şaraptan değil.

Zenginliği O'ndan dile; defineden, hazineden, maldan, mülkten değil.

Yardımı O'ndan iste, amcadan dayıdan değil…

Kimi yerde de Arapça harfleri, göz, kulak ve ağız gibi insan organlarına benzetmiştir:

Yazı, kâtiple mi daha makul olur yoksa katipsiz mi, bir düşün a oğul.

Kulak cim'i, göz ayn'ı, ağız mim'i katipsiz nasıl olabilir a kınanası kişi.

Bu dizelerde kulak cim'e, göz ayn'a, ağız da mim'e benzetilmiştir.

Farsça, Arapça ve Türkçeyi ileri düzeyde bilen Mevlâna, yeri geldiğinde meramını ifade etmede bu diller arası söz oyunlarına başvurur. Mesela Farsçada biz anlamındaki birinci çoğul şahıs zamiri "ma” ile Arapçada olumsuzluk ön takısı olan "ma” yı bir arada kullanır.

Sözlükte "ma” nedir? Var (ispat) yok (nefy). Ben ispat değilim. Benim zatım ve varlığım yok.

Bir başka yerde ulaşmak istediği kelimenin Arapça harflerini kullanır.

Şu soluğun alınıp verilmesi, girip çıkması da pek istekli candan başka kimdendir?

(Can, o soluğu) bazen "cim” yapar bazen "ha” bazen de "dal”.

Bazen barış yapar onu bazen de savaş.

Bu üç harf birleştiğinde "cahd” kelimesi ortaya çıkar ki inkâr ve inatçılık demektir.

Selçuklu veziri Muineddin Pervane'ye sitayişkar ifadeler kullanırken onun Arapça ismi üzerinden hoş bir yaklaşım sergiler:

Çünkü o, Mu'îneddin, ayneddin değil. Bir "mim” yüzünden fazlalık elde etti; ama olgunluğa eklenen fazlalık, noksanın ta kendisidir. O "mim”in olması da kusurdur, noksandır. Hani adam altıparmaklı olur. Bu fazlalıktır; ama kusurdur, noksandır. Ahad olgunluktur; Ahmed ise o durakta değildir. O "mim” kalktı mı, tamamıyla olgunluk meydana gelir; yani Tanrı, "her şeyi kavramış, kaplamıştır.” Onun üzerine neyi eklemeye kalkarsan, noksan olur. Bu, bir sayı, bütün sayılarla beraberdir; onsuz hiçbir sayı yoktur, olamaz.


Yazarın Diğer Yazıları